Anayasa Mahkemesi'nin Can Dündar ve Erdem Gül'ün tahliyesi yönünde verdiği karar siyaset-hukuk ilişkisini bir kez daha gündeme taşıdı. Türkiye'deki mevcut siyasi fay hattına tekabül eden ayrışmada muhalefet, davayı en başından itibaren basın ve ifade özgürlüğü çerçevesinde anlamlandırırken, hükümet kanadı davayı bir güvenlik ve casusluk sorunu olarak tanımladı. Dolayısıyla, muhalefet tahliye kararını basın ve ifade özgürlüğüne destek olarak alkışlarken, hükümet kanadı tahliye kararını mahkemenin yetki gaspı yaptığı ve ihsas-ı rey yaparak dava sürecini yönlendirdiği iddialarıyla eleştirdi. Sonuçta, muhalefet kararın hukuki, hükümet ise siyasi olduğunu ileri sürmüş oldu.
Ancak varılan bu sonuç, muhalefet ile hükümetin yargının siyasi olmayan kararlar verebileceği görüşünü paylaştığını göstermektedir. Bunun anlaşılabilir bir tarafı olduğunu kabul etmek gerekir; çünkü genel inanış siyasetin taraflılığı, hukukun ise tarafsızlığı temsil ettiği yönündedir. Fakat yine de sormak gerekir, politik topluluğun hedef alındığı böylesi bir davada yargı erki siyaset-üstü, yani üçüncü ve tarafsız bir pozisyon ortaya koyabilir miydi?
Bu soruya "evet" yanıtı vermek imkânsızdır. Çünkü her tarafsızlık, yani evrensellik iddiası tikel bir içerikle doldurulmak zorundadır. Bu da siyaset-dışı bir yorumun ve yargı kararının imkânsızlığını ortaya koymaktadır. O halde burada mesele evrenselliği temsil eden tikel içeriğin ne olduğudur. Demokratik siyasette bu içerik milli iradedir. Dolayısıyla, yargı kararlarının meşruiyet zemini milli iradedir. Kararlar millet iradesinde temellenmek ve onunla uyumlu olmak zorundadır. Yargı kendisi için çizilen bu sınırlar içerisinde kalmak kaydıyla toplumu oluşturan bireyler arasında tarafsız kararlar alabilir. Bu sınırlar dışına çıkan, açıkça sınır ihlali yapan bireylere eşit muamele yapamaz, aksi takdirde demokratik meşruiyetini kaybeder. Çünkü yargının öncelikli görevi, tek tek bireylerin siyasi toplumsal varoluşunu mümkün kılan politik topluluğu, yani bütünü korumaktır.
Bu açıdan Dündar-Gül davasında kritik nokta, mahkemenin büyük bir toplumsal destekle iktidara gelen, yani millet iradesini temsil etme yetkisini elinde bulunduran hükümetin değil, millet iradesine açıkça cephe alan muhalefetin siyasi duruşunu paylaşmasıydı. Böylesi bir anomali hali ancak hükümetin milli iradeyle ayrı düşmesi, muhalefetin ise örtüşmesi durumunda anlaşılabilir olabilirdi. Hükümete karşı bu konuda sert ve kapsamlı bir toplumsal eleştirinin varlığı buna delalet ederdi fakat mevcut durumda böyle bir siyasi-toplumsal atmosferin olduğunu söylemek zor.
Bu tabloyu gördüğü halde mahkeme bilinçli olarak, milli iradeyi hiçe sayıp sınır ihlali yapan söz konusu bireylerin yanında durmayı tercih etmiştir. Bu, yargının kendisi için çizilen meşru sınırların dışına çıkması anlamını taşımaktadır. Yargının görevi politik topluluğun sınırlarını yeniden çizmek değil, var olan sınırları korumaktır. Politik topluluğun sınırlarını tartışmaya açma ve yeniden çizme yetkisi yalnızca siyaset kurumuna aittir. Özetle, yargı erki 2007'deki "367 krizi"nde olduğu gibi jüristokrasi çizgisinde bir eyleme imza atmıştır.
[Sabah perspektif, 5 Mart 2016].