30 Eylül’de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından açıklanan ‘Demokratikleşme Paketi’nde başörtülü kadınların kamu kurumlarında herhangi bir yasak ve sınırlamaya maruz kalmaksızın çalışabileceği açıklandı. Her ne kadar bazı meslek gruplarının kararın dışında tutulması bu konudaki ayrımcılığı tam olarak ortadan kaldırmasa da, şüphesiz yaklaşık elli yıldır kadınlara yönelik süren bir keyfi uygulamaya son verilmiş olması demokratikleşme adına ve Türkiye’de kadınların sosyal hayatta aktif bir şekilde yer alabilmesi açısından önemli bir dönüm noktası oluşturuyor. Açıklamanın ardından Meclis’e beş başörtülü vekilin girmesi ve giriş esnasında 1999’da yaşananların aksine partilerin daha sağduyulu bir tavır sergilemesi normalleşme konusunda önemli bir işaret olarak görülebilir. Başbakan tarafından atılan bu önemli adımın Türkiye’nin sosyal ve siyasal hayatında pek çok olumlu gelişmeyi beraberinde getireceği kesin.
Bu noktaya gelene kadar basına çok fazla yansımasa da yasal düzenlemelerle Hükümet, kadın politikalarında cesur bir tavır sergiledi. Örneğin ceza yasasında cinsel suçlar bireye yönelik suçlar başlığı altına girdi, evlilik içi tecavüz ve cinsel taciz yasa kapsamına alındı, bekâret kontrolleri yargı kararına bağlandı. 2006 yılında Başbakanlıkta aile içi şiddete karşı bütün kamu kurumları bilgilendirildi, polisler bu amaçla eğitildi. Yine kadın istihdamını teşvik etmek için 26/05/2008 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 5763 sayılı Kanun'un 20. Maddesiyle, 4447 sayılı İşsizlik Sigortası Kanunu'na eklenen geçici 7. madde yoluyla kadınlar ve gençlerin istihdamını artırmak amacıyla teşvik düzenlemesi yapıldı ve mevcut istihdama ilave olarak işe alınan “kadınlar ile 18-29 yaş arası gençler"e ait SSK işveren priminin 5 yıl boyunca, kademeli olarak İşsizlik Sigortası Fonu'ndan karşılanması planlandı. 2010 Anayasa Referandumu’nun ardından 1982 Anayasası’nın “Kanun Önünde Eşitlik” başlığını taşıyan 10. maddesinde değişiklik yapılarak, kadınlar için yapılacak pozitif ayrımcılık anayasal güvence altına alındı.
2011 yılına gelindiğinde ise Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü çatısı altında yapılan çalışmalar genel seçimlerin ardından kurulan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından sürdürülmeye başlandı. Bu anlamda, bakanlığın kuruluşu aile ve kadın politikaları açısından oldukça sevindirici bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Elbette kuruluşunun üzerinden henüz iki yıl geçmiş bir bakanlıktan aile ve kadın politikalarında devrim yapması beklenemez. Ancak öncesindeki genel müdürlüğün tecrübesinin bakanlığa aktarılmış olduğunu göz önünde tutarsak, bakanlığın daha iyi bir performans sergilemesi beklenebilir. Kuruluşunun ilk aylarında sadece kadına şiddet konusunda açıklamalar yapılması ya da basına sadece bu açıklamaların yansımasının ise bakanlığın misyonunun doğru anlaşılmasına engel olduğu söylenebilir. Bu yaklaşım, esasında farkında olmadan toplumsal algıda kadınların daha zayıf ve mağdur olduğu varsayımını güçlendiren bir yan etkiye de sahip olabilir. Ayrıca tarihsel olarak da görülmüştür ki, kadın politikalarının yapım sürecinde cinsiyetçi söylemlerin baskın olması politikaların hayatiyeti anlamında olumsuz neticeler doğurmaktadır. Şüphesiz kadın sorunları sadece kadınlara değil topluma ait bir sorundur. Politika yapımında da bu yaklaşıma sahip olmak gerekmektedir. Aksi takdirde Türkiye’de kadın politikalarının dönüşen ve normalleşen ‘Yeni Türkiye’nin hızını yakalaması zor görünmektedir.
<h