SETA > Yorum |

Türkiye: Kimin Modeli, Neyin Merkezi?

Türkiye, ne yöneticileri ne de diğer uluslararası aktörler tarafından ihmal edilemeyecek bir coğrafyada yer alıyor. Zaten onun selefi Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle son iki yüzyılından itibaren hiçbir küresel güç ya da küresel güç namzedi, Türkiye topraklarında olup bitenlere bigane kalabilmiş değil. Her ne kadar son aylarda milletçe iç gündemin tartışmalarına kilitlenmiş olsak da, dışarıda işleyen süreç kendi mecrasında akmayı sürdürüyor. Bakalım, gözlerimizin dışarıya kapalı kaldığı bu sürecin faturası, önümüze ne zaman ve ne şekilde gelecek?Irak’ta cenazeler kaldırılmaya, yeni cenazeler için mezarlar açılmaya devam ediyor.

Türkiye, ne yöneticileri ne de diğer uluslararası aktörler tarafından ihmal edilemeyecek bir coğrafyada yer alıyor. Zaten onun selefi Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle son iki yüzyılından itibaren hiçbir küresel güç ya da küresel güç namzedi, Türkiye topraklarında olup bitenlere bigane kalabilmiş değil. Her ne kadar son aylarda milletçe iç gündemin tartışmalarına kilitlenmiş olsak da, dışarıda işleyen süreç kendi mecrasında akmayı sürdürüyor. Bakalım, gözlerimizin dışarıya kapalı kaldığı bu sürecin faturası, önümüze ne zaman ve ne şekilde gelecek?Irak’ta cenazeler kaldırılmaya, yeni cenazeler için mezarlar açılmaya devam ediyor.

 

28 milyon kişinin ölüm emrinden sorumlu olduğu söylenen Joseph Stalin’in, “Bir kişinin ölümü cinayet, on kişininki katliam, bin kişininki ise istatistiktir” sözüyle veciz(!) bir izaha kavuşturduğu durumun benzerini Irak’ta yaşıyoruz. Mezhep bakımından Şii-Sünni, etnik bakımdan Arap-Kürt-Türkmen olarak bölünen ve bütün bu farklı kategoriler arasında geçişkenlikler bulunan Irak halkı, her bir unsuru üzerinden ayrı ayrı Irak politikaları oluşturan bölgesel ve küresel güçlere karşı sağlıklı ve yekpare bir tavır geliştiremiyor. Bugüne kadar Şiiler paradoksal bir biçimde hem İran’a, hem de Amerika’ya, Sünniler Arap dünyasının çeşitli aktörlerine, Türkmenler Türkiye’ye, Kürtler yine Amerika’ya sırtını dayamak suretiyle ülke içinde belli bir siyasal etkinlik elde etme peşinde oldular. Ancak özellikle Türkmenler arasındaki mezhep farklılıkları, etnik köken-mezhep geçişkenliğinin ortak stratejik gerekçelerle hareket etme konusunda ne denli bozucu bir unsur haline gelebileceğini gösterdi. Geleneksel olarak “Türkmen kartı” ile PKK’nın varlığı ikilemi üzerinden Irak politikası oluşturmayı deneyen Türkiye, tarihî ve sosyo-kültürel arka plan ile ekonomik etkileşimlerin kendisine biçtiği asıl rolü oynama konusunda, açıkçası, yakın zamana kadar ikircikli davrandı. Bunun ayrıntılarını ele almadan önce, Türkiye’nin tavrını bir başka örnek olan Filistin üzerinden değerlendirmek yararlı olabilir. 1948’de İngilizlerin çekilmesiyle –ki bu, Yahudiler lehine bir çekilmeydi- İsrail devletinin kurulması, Filistin sorununun da kurumsallaşması demekti. Türk hükümetleri “Osmanlı’yı arkadan vuran Araplar” jargonunun ve “Yurtta sulh cihanda sulh” özdeyişinin eksik yorumlanmasının da etkisiyle, uzun süre İsrail-Filistin (Arap ülkeleri) çatışmasında tarafsızlık söyleminden öteye gitmediler. Sol hükümetlerin etkin olduğu veya İslamî toplumsal duyarlılığın yönetim katına yansıdığı arızî dönemler dışında, Filistin’deki soruna tarihî, sosyo-politik ve kültürel ilişkilerin penceresinden bakmak pek akla gelmedi. Ancak Irak politikasında olduğu gibi, burada da yakın zamanda işgal, mağduriyet, uluslararası hukukun uygulanması gibi söylemlerin ön plana çıktığı bir diplomasi dili, Türk dış politikasında kullanılır oldu. Yine tarafsızlık konusunda belli bir düzey korunsa da, tarafsız kalmanın tarafgirlik olarak algılanacağı kritik süreçlerde Türkiye, aktif rol alma girişimlerinde bulundu. Irak’a göre daha dar bir örneklem niteliği taşıyan ve iç çatışmayı sürdüren gruplara eşit mesafede durmanın nispeten mümkün olduğu bir sosyo-demografik yapıya sahip olan Filistin konusunda, hem İsrail-Filistin, hem de bizzat Filistinli gruplar arasındaki uzlaşma çabalarında Türkiye’nin adı, daha sık gündeme geldi.

Türkiye Sadece Türkiye Değil! Gerek Irak, gerek Filistin sorunları özelinde kendisini gösteren Türkiye’nin Ortadoğu politikasının aktif, dinamik, inisiyatif alıcı, ince gücün parametrelerinden haberdar yüzü, aslında “model” ile “merkez” kavramları bağlamında düşünülünce anlam kazanıyor. Bu bakımdan AK Parti iktidarına gelinceye kadar –biraz da Soğuk Savaş döneminden kalma alışkanlıkların etkisiyle- meşhur özdeyişin “Yurtta barış” kısmıyla ilgilenmeyi sürdüren Türkiye, küresel müttefiklerince bölgesine modellik edebilecek bir ülke olarak tanımlandı ve bu niteliğiyle pazarlanmak istendi. Türkiye’nin tarihini 1923’te başlatan bakış açısına göre, “model ülke” tanımlamasıyla övünç duymak mümkün elbette. Ancak tarihî derinliğin sağladığı avantajlar ve icbar ettiği sorumlulukları merkeze alan diğer bakış açısına göre, model elbisesinin Türkiye’ye dar geldiği açıkça görülüyor. 1 Mart 2003 tezkeresinin reddedilmesinin ardından, dönemin başbakanı Abdullah Gül ile AK Parti lideri Tayyip Erdoğan’ın pek çok Ortadoğu ülkesinde krallardan daha popüler hale gelivermesi, sadece bir meclis oylamasında Amerikan taleplerine ret kararı çıkmasıyla açıklanabilir mi? Öte yandan Soğuk Savaş döneminin gereği müttefik ilişkisi kurmuş olduğumuz Batılı devletlerin yaptığı “model ülke” tanımının Ortadoğu toplumları ve yönetimleri nezdinde pek sıcak karşılandığı söylenemez. Yerlilikten uzak bir tanım olan ve Türkiye için üretilen, dolayısıyla onu bir anlamda nesneleştirerek küresel aktörlerin dış politika hesaplarında işlevsel bir enstrümana dönüştüren model ülke vurgulaması, gerçekte Türkiye’yi sınırlamanın ve sözünün gücü azalmış hale getirmenin de bir yolu oluyordu. Zira bu rolü benimsemiş bir Türkiye, kendi sözünü söylemeyi değil, kendisine söylenenleri aktarmayı üstlenmiş oluyordu. Oysa İKÖ’de inisiyatif alan, İran ve Suriye gibi komşularıyla her fırsatta konuşabilen, Filistin’de HAMAS, el-Fetih ve İslamî Cihad gibi gruplarla sürekli etkileşim halinde olan bir Türkiye, merkezde olmayı seçmiş demektir. Elbette bunlara, Irak’ta yalnızca tek bir etnik gruba koşullanarak politika üretmek yerine, Kürtler dâhil bütün etnik ve mezhepsel çeşitliliklerin üzerinde bir söylem tutturmak, Ermenistan ve Rum Kesimi ile en azından özel teşebbüs düzeyinde ekonomik ve kültürel ilişkileri serbest bırakmak gibi girişimler de ilave edilmeli. Ne var ki, Türkiye’nin doğal tarihî seyir içinde kazandığı “merkez ülke” konumunun hakkını vermesi, sadece halklar düzeyinde değil, yöneticiler katında da bir bilinç uyanışı, zihniyet dönüşümü ve irade beyanını zorunlu kılıyor. Son günlerdeki gibi içe dönük bir Türkiye’nin, ileride önüne gelecek faturada, yalnızca Türkiye Cumhuriyeti sınırlarıyla kayıtlı bedeller yer almayacak. O faturanın içinde iç savaşın ve İsrail ile sıcak çatışmanın yeniden alevlendiği Filistin de olacak, cinayet ve katliamların “istatistik”e dönüştüğü Irak da… Ve belki de, konjonktürel yüklerinden kurtulan Türkiye, bir anda kendisini, üzerine dar gelen “model” elbisesiyle olayların “merkez”inde buluverecek. Sonuç olarak, model rolü ya da merkez konumu arasında yapılacak seçim, Türkiye’nin nesne kalma ya da özne olma konusundaki irade beyanının da ilamı olacaktır.