Türk ekonomisi olarak gerçekten ilginç bir dönemden geçiyoruz. Normalde ülke ekonomileri belirli bir dönemde tek bir şok yaşar. Örneğin 2018 Ağustos'ta yaşadığımız bir arz şoku idi. Türk lirası kısa sürece ciddi bir şekilde değer yitirdi ve daha sonraki süreçte bunun sonuçlarıyla yüzleştik. Yaşadığımız Korona krizinin temel özelliği ise çok boyutlu olması. Ekonominin her iki cephesi (arz ve talep) kendi şoklarını ayrı ayrı ve çok katmanlı bir şekilde yaşıyor. Birçok krizi aynı anda yaşıyor gibiyiz.
Genel olarak talep cephesinde ciddi bir daralma yaşandığını görüyoruz. Bu durum özellikle hizmetler sektörü için geçerli. İnsanlar artık dışarıya çok daha az çıkıyor. Kafe ve sinema gibi insanların bir araya gelerek vakit geçirdiği neredeyse her yer kapandı. Açık olan mağazalara olan talep de ciddi şekilde azaldı. Birçok mağazanın kendi isteğiyle kapandığını müşahede ediyoruz. Yine, insanlar artık sadece temel ihtiyaçlarına dönük harcama yapma eğiliminde. Bu durum iğneden ipliğe, cep telefonundan arabaya tüm mal satışlarının ciddi şekilde azaldığı/azalacağı anlamına geliyor. Talepteki bu genel zayıflık doğal olarak firmaları ve esnafı zor durumda bıraktı. Özellikle kapanan işletmeler ve bu işletmelerde çalışanlar kendilerini ciddi bir sıkıntının içinde buldu.
Yaşanan Koronavirüs krizinin etkilerinin hafifletilebilmesi noktasında devlet müdahalesinin şart olduğunu görüyoruz. Ekonomide düşen talebi devletten başka –kısmen de olsa– tahkim edebilecek bir aktör bulunmuyor. Yine, krizin yaralarını devletten başka sarabilecek bir mekanizmaya da sahip değiliz. Şu halde, bu hafta açıklanan 100 milyar liralık ekonomik paket devletin yaşanan bu krize verdiği bir ekonomik cevap niteliğinde. Krizden en çok etkilenen on sektörde KDV ve prim ödemeleri altı ay ertelendi. Likidite sıkıntısı yaşayan firmaların kredi ödemeleri üç ay ötelendi. Kredi Garanti Fonu'nun (KGF) limiti 25 milyardan 50 milyar TL'ye çıkarıldı. Ayrıca, en düşük emekli aylığı 1500 TL'ye yükseltildi. Dahası 2 milyar TL de direkt olarak ihtiyaç sahiplerine dağıtılacak. Pakete genel olarak bakıldığında, yaşanan krize özellikle likidite cephesinden kısa vadeli bir cevap verilmeye çalışıldığını görüyoruz. Krizin uzaması ve etkilerinin genişlemesi durumunda ek paketlerin gelmesi gerektiğini ve geleceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Korona krizine ne yazık ki işsizlik oranı yüksek düzeylerde iken yakalandık. Yaşanılan bu kriz de işsizliği –en azından kısa vadede– daha da artırma yönünde önemli bir potansiyel barındırıyor. Ekonomik pakette bu sorunla mücadele çerçevesinde "kısa çalışma ödeneğinin" devreye alınacağı ifade edilmiş olsa da bu politikanın oldukça sıkı/rijit bir yapıya sahip olması ve devlete önemli bir mali yük bindirmesi etkinliğini ve kapsamını daha baştan sınırlıyor. Bu noktada "istihdamı paylaşma" politikasının uygulanması durumunda ise çok daha iyi sonuçlar alınabilir. Bu uygulamada zor durumdaki işveren, çalışanların bir kısmını işten çıkarmak yerine bütün çalışanların haftalık çalışma süresini belirli ölçüde kısaltıyor. Çalışanların ücretleri de bu kısalmaya mukabil bir şekilde geriliyor. Örneğin çalışanların yüzde 10'unu işten çıkarmaktansa haftalık çalışma süresini yüzde 10 azaltıyorsunuz. Böylece –bu uygulama süresince– çalışanların ücretlerinde yüzde 10 gerileme olmasına rağmen hiç kimse işsiz kalmamış oluyor. Bu uygulamanın birçok ülkede işsizlikle mücadele kapsamında yaygın ve başarılı bir şekilde uygulandığı biliyoruz. Örneğin, daha geçen sene Almanya'da durgunluk içinde bulunan otomotiv sektöründe birçok şirket istihdamı paylaşma uygulamasına gitti. Bu politikayı biz de rahatça uygulayabiliriz ve uygulamalıyız.
Sonuç olarak, Koronavirüs krizi kısa vadede ekonomi üzerinde ciddi bir olumsuz etkiye sahip bulunuyor. Bu olumsuzlukları ise toplumsal dayanışma ve devletin yardımıyla hafifletebiliriz ki bunları da yapmaya çalışıyoruz. Bu noktada belirtmek gerekir ki Korona krizinin "uzaması" durumunda ödeyeceğimiz ekonomik bedel katlanarak artacak. Şu anda ülkemizdeki genel algı ve/veya temenni "Korona mevzusunun" bir-iki ay içinde biteceği yönünde. Arzumuz bu olmakla birlikte bu krizi iki ve hatta üç dalga halinde yaşayabileceğimizi unutmamamız gerekiyor. Yani, 2020'nin sonbaharında ikinci bir dalga gelebilir. Örneğin, yaklaşık 50 yıl önceki İnfluenza salgını İngiltere'de Mart 1969'da görece hafif bir dalga olarak yaşanmış, asıl dalga ise 1969-1970 kışında gelmişti. (Ayrıca, zaten uzun vadede bu virüs ile yaşamayı "öğrenmek" zorundayız ki ümidimiz bu öğrenmenin aşıyla gerçekleşmesi yönünde.) Bu açıdan, kötü senaryolara hem ruhen hem de ekonomik olarak hazırlıklı olmamız gerekiyor. İyiyi ümit edelim, kötüye de hazırlıklı olalım.
[Sabah, 21 Mart 2020]