AYM değişen sosyolojiye uygun yeni bir toplumsal sözleşmenin mahiyeti konusunda verilen kavgada statükocu kanadın bir aktörü olarak hareket ediyor. Bu güç mücadelesine müdahil oldukça da ilkesellikten uzaklaşıp iç ve dış dinamiklerin baskısına maruz kalıyor.
SON zamanlarda siyasetle hukukun ilişkisini çok yoğun bir şekilde tartışıyoruz. AK Parti davasında tartışmaların daha da ivme kazanması, yargı bürokrasisinin normatif yapısı ile pratik faaliyetleri arasında telif edilemeyecek farkların, gün geçtikçe artmasından kaynaklanıyor. Aslında, teorik anlamda, siyaset ile hukuk arasında, meseleleri değerlendirme ölçütleri itibariyle, kolayca birbirine karıştırılamayacak derin farklılıklar mevcuttur. En basit anlamda, siyaset, öznelerin kimliğini esas alırken hukuk, eylemlerin niteliğini esas alır. Siyaset, aktörlerin kimliği ve konumları çerçevesinde eylemleri anlamlandırırken, hukuk eylemin yapısı ve sonuçları itibariyle özneleri anlamlandırır ve yargılar. Siyaset ile hukuk arasındaki bu fark bizim onlara karşı konum alışımızı da belirler.
Siyaseti dengelemek
Carl Schmitt, siyasalın özünün özneleri dost-düşman kategorisi içinde anlamlandırmak olduğunu söyler. Dolayısıyla, siyaset, özneleri konumlandırmayla varlık bulduğu ölçüde taraf tutmaya yol açar. Siyasal faaliyetler, ittifaklar ve çıkarlarla yol alarak kamusal alanda tartışmaya konu olurlar ve kırılgan bir pozisyon edinirler. Hukuk ise, öznelerin konumunu devre dışı bırakıp yargılarını eylemlere dayandırdığı ölçüde, siyasal eğilimler arasındaki güç mücadelesinde tarafsızlığını muhafaza ederek, siyaset-üstü bir konum edinir. Eylemlerin değerlendirilmesi siyasal sonuçlar üretebilir ama yargılama faaliyeti, öznenin kimliğini öncelemeden eylemin niteliğini esas aldığı müddetçe, siyasal bir faaliyet hüviyetini kazanmaz.
AYM, görev alanı itibariyle siyaset ile hukuk ilişkisinin en kırılgan noktasında, siyasetin sorunlarını hukuksal terminoloji ile çözme misyonu yüklenerek 1961 Anayasasıyla kuruldu.
Bu Anayasa, ihdas ettiği birçok kurumla, Cumhuriyetin kurucu felsefesinin selametini sağlamak üzere, halkın egemenliğine bürokrasiyi ortak kıldı. AYM, bu kurumların en önemlilerinden biri olarak, toplumsal taleplerin hukuksal meşruiyet edindiği yasama faaliyetlerinin Anayasa’ya uygunluğunu denetlemek ve önüne gelen davalara cumhuriyetin Anayasa’da yazılı kurucu felsefesi çerçevesinde karar verecek bir kurum olarak ihdas edildi. Bu yüzden de verdiği kararlar siyasi oldu.
AYM’nin hukuksal meşruiyeti ancak, hükümlerini hukuksal bir denkleme oturtmasıyla mümkün. Bunun için de, anayasa hukukuna bağ(ım)lı kalması ve kararlarında belli bir iç tutarlılık gözetmesi gerek.
Sosyolojisiz hukuk
Anayasa Mahkemesi’nin, kuruluşundan bu güne verdiği kararlar, örneğin parti kapatmalara yönelik kararları, kamuoyunda çokça tartışıldı ve eleştirildi. Ancak, bu eleştiriler, bir kurum olarak AYM dışarıda tutularak, mevcut yasalara yöneltildi. Verdiği kararlarla siyasetin kompozisyonunu değiştirerek siyasal sonuçlar üretmesine rağmen, hukuksal çerçevenin dışına çıkmayan belli bir iç tutarlılıkla hareket ettiği ölçüde, AYM’nin siyasallaşması gündeme gelmedi. Kararlarında ölçüt olarak, aktörleri değil de eylemleri aldığı müddetçe bu siyaset-üstü, tartışılmaz statüsü devam etti. Ne zaman ki, verdiği kararlarda eylemi değil de aktörleri temel aldı, kaçınılmaz olarak, hukuki tarafsızlığını yitirerek siyasallaştı ve dolayısıyla da tartışılır hale geldi. Özellikle, 28 Şubat sürecinden bu yana, AYM’nin siyasallaşması tartışılır oldu. Bunun nedeni, bu tarihten itibaren, mahkemenin kararlarında aktörlerin eylemlerin önüne geçmesi ve siyasetin hukuku yönlendirmesini sağlayarak AYM’nin siyasal güç mücadelesinde bir taraf olarak konumlandırılmasıdır. 28 Şubat’tan bu yana, Türkiye’nin değişen toplumsal yapısının gündeme taşıdığı taleplerin anlamını ıskalayarak toplumsal dinamiklerin hukuki müdahalelerle dondurulabileceğini vehmeden bir eğilim mevcuttur.
Değişen sosyolojiye uygun yeni bir toplumsal sözleşmenin mahiyeti konusunda verilen kavgada statükocu kanadın bir aktörü olarak hareket ettiği izlenimini veren AYM, bu güç mücadelesine müdahil oldukça, ilkesellikten uzaklaşarak iç ve dış dinamiklerin baskısına maruz kalıyor. Başka bir deyişle, mahkeme gücünü hukuktan alan bir kurum olarak, kendisi dışındaki bütün güç konfigürasyonlarını hukuk önünde eşitlemek gibi bir fırsatı teptikçe, hukuku gücün emrine veren, değişen güç dengelerine göre farklı hukuki içtihatlara kapı aralayan bir fotoğraf sergiliyor.
Mahkemenin önüne gelen son üç davada verdiği kararlar, bu durumu açık bir şekilde gözler önüne seriyor. 367 kararı, başörtüsü düzenlemesi ve AK Parti’nin kapatılma davası, laiklik başlığı altında AK Parti ve bürokratik-elitler arasında yaşanan güç mücadelesinde, AYM’nin önüne geldi.
AYM’nin payına düşen
Kapatma davasında verilen kararın, aynı başlık altında değerlendirilebilecek 367 ve başörtüsü davalarının sonucundan farklı bir doğrultuda çıkması, güç dengesinin mahkeme üzerindeki etkisini gözler önüne seriyor. Her biri, laik Cumhuriyeti koruma refleksiyle, aynı aktörlerce gündeme getirilen üç davada farklı tutumlar takınmak durumunda kalan mahkemenin, güç mücadelesindeki kırılganlığı hukuka olan güveni de zedeliyor.
Anayasa Mahkemesi, yaşanan güç mücadelesini hukuk ekseninde hizaya çekip tarafsız konumuyla dengeleyebilecekken, üyelerinin medyaya yansıyan söylemleri ve ilişkileri göz önünde bulundurulduğunda, açıkça taraf olmayı tercih etmiş görünüyor. Kendisini siyaseten taraf olarak kurgulayan mahkemenin, siyasetin tabi olduğu kurallarla karşılık bulması da kaçınılmaz olacaktır. Siyaset, hukukun dokunulmazlığının aksine, ürettiği sonuçlara karşı sorumludur. Hukukun kestiği parmak acımaz ama siyasetin verdiği zararın, her zaman, bir maliyet hesabı vardır. AYM de bu maliyetten payına düşeni alacaktır.
AÇIK GÖRÜŞ - 31 Ağustos 2008 Pazar http://www.stargazete.com/acikgorus/siyaset-ve-hukuk-sarkacinda-anayasa-mahkemesi-124633.htm