Cumhurbaşkanlığı makamı devletin en üst kademesi olması nedeniyle vesayetin de en asli ve önemli kurumlarından biri olagelmişti. Üst düzey atama ve terfilerin önemli bir kısmı bu makama bağlanarak devlet yönetimi siyasi ve toplumsal etkilerden arındırılmıştı. Böylece devlet mekanizması, üstüne inşa edildiği ideolojiyi tahkim etme şansını da yakalamaktaydı. Böylece, vesayetin güçlü olduğu Türkiye için Cumhurbaşkanlığı makamının temsil ettiği rol o koltuğu dolduran aktörden daha fazla bir anlam ifade ediyordu. Aktöre ya da özneye biçilen görev ise siyasal sistemin kendisi için öngördüğü rolün eksiksiz yerine getirilmesinden ibaretti.
Ancak 2002'de AK Parti'nin iktidara gelmesiyle başlayan sürecin her adımında, vesayet sisteminin sınırlarının zorlanmasına ve vesayetin geriletilmesine şahitlik edildi.
Bu sürecin ilk somut çıktıları 2007 Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşandı. Vesayet sistemi, 2007'de AK Parti'nin adayı olarak Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesine yönelik oldukça güçlü bir direnç ortaya koydu. Bu direncin en büyük nedeni 1960'tan beri Cumhurbaşkanlığı koltuğuna sistemin işleyişini zora sokmayacak, çoğunlukla asker kökenli kişilerin darbe, muhtıra vb. süreçlerin sonunda gelmiş olmasından kaynaklanmaktaydı. Siyaset içerisinden gelerek toplumun teveccühünü kazanmış Özal ve Demirel gibi isimler ise toplum nezdinde anlam bulan siyasetlerini bir kenara koymak ve makamın dayattığı öncelikleri kabul etmek suretiyle makbul hale gelmişlerdi. Özetle ilk kez Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçilme sürecinde sistem teyakkuz halinde harekete geçti. Sürecin sonunda cumhurbaşkanını halkın seçmesinin önünü açan Anayasa değişikliği, referandumda % 69 gibi büyük bir oy oranıyla kabul edildi.
2014'te Cumhurbaşkanının halkın oylarıyla seçileceği 2007'de yapılan Anayasa değişikliği ile kesinlik kazanmıştı.
Cumhurbaşkanını milletin seçmesi ne anlama geliyordu? Bu şekli bir değişikliğin mi yoksa yapısal bir dönüşüm sürecinin mi göstergesiydi?
Bu sorular kampanya sürecinin nasıl yaşandığı, hangi saiklerle hangi adayın destek gördüğü ve milletin destek verdiği adayın siyasal pozisyonuna bakılarak çok rahatlıkla cevap bulmaktadır.
Recep Tayyip Erdoğan ve Selahattin Demirtaş, 90'lardan beri değişim ve dönüşüm taleplerini siyasete aktarmaya çalışan bir sosyolojiyi temsil ederken; MHP ve CHP'nin adayı Ekmeleddin İhsanoğlu daha ziyade siyasal sistemin değişmesine direnci olan sosyolojiyi temsil ettiğini hemen her demecinde ifade etti. Seçimin sonunda değişim ve dönüşümü siyasal dile aktaran adaylar başarılı oldu. Dolayısıyla milletin kendi iradesiyle Reisi Cumhuru seçiyor olması cumhurbaşkanlığı makamının eskisi gibi olamayacağını da işaret etmekteydi. Adaylar kendi siyasal pozisyonlarıyla millet önüne çıktıklarına ve teveccüh gördüklerine göre, milletin oyuyla seçilen cumhurbaşkanından siyasal pozisyonunu terk etmesini beklemek de yanlış olacaktır. Milletin oylarıyla seçilmiş cumhurbaşkanını daha öncekilerden farklı kılan en önemli nokta burada yatıyor. Adaylardan hangisi seçilirse ona göre şekillenmek durumunda kalan bir cumhurbaşkanlığı söz konusu bundan sonra.
Sonuç olarak, eski sistemin vesayetin en üst makamı olarak anlamlandırdığı cumhurbaşkanlığı ile millet iradesinden alınan güçle kendi öznel pozisyonunu taşıyacak cumhurbaşkanları arasında yapısal fark vardır. Önümüzdeki süreçte cumhurbaşkanı seçilen aktörlerin cumhurbaşkanlığı makamına kendi rengini katmalarını beklemek son derece doğal. Cumhurbaşkanının seçilmiş olması ile değişen en önemli nokta, milletin oy verme gerekçesini oluşturan siyasal pozisyonun cumhurbaşkanlığı nezdinde temsil bulmasında yatmaktadır.
[Sabah Perspektif, 30 Ağustos 2014]