Küresel teknoloji şirketlerinin son dönemde siyasiler ve toplumlar üzerinde kurduğu baskı, kamuoyu tartışmalarında sıkça karşılaştığımız bir iddiayı tekrar gündeme getirdi. Bu iddia, sivil toplum alanının gelişmiş olmasının bireysel özgürlüklerin önünü açtığını ve genişlettiğini öne sürmekteydi. Bu sivil toplumcu önermenin dayanak noktasını ise bireysel özgürlüklerin siyaset kurumu ve devlet tarafından baskılandığı ve bu baskıyı gevşetmenin yegane yolunun da sivil toplumun güçlendirilip genişletilerek bu baskıcı aktörlerin dengelenmesi ve zayıflatılması oluşturmaktaydı.
Ancak son tartışmalar bize bireysel özgürlüklerin sivil toplum alanının önemli aktörleri olan teknoloji şirketleri tarafından da baskılandığı ve hatta siyasetin başarabileceğinden çok daha komplike ve yoğun bir kontrolün varlığının söz konusu olduğunu gösterdi. Bu durumda bireysel özgürlüklerin korunması için şirketlerin bireyler üzerinde kurduğu kontrolü kısıtlamak ve denetlemek için siyasetin ve devletin devreye girmesi gerektiği fikrini ortaya çıkardı. Sivil toplumcu görüşü tersine çevirecek şekilde siyaset ve devlet, özgürlükleri kısıtlayan ya da engelleyen değil, tam tersine bireysel özgürlükleri yaşatan ve garanti altına alan olgu ve aktörler olarak görülmeye başlandı.
Elbette meseleyi sadece son tartışmalarda gündeme gelen teknoloji şirketlerinin özgürlüklere tehdit oluşturduğu tezi üzerinden ele almamak gerekir. Dünyanın birçok yerinde halen devletlerin, özellikle kendi toplumuna yabancılaşmış devletlerin bireysel özgürlükleri baskıladığı gerçekliğini korumaktadır. Öyleyse, devleti ve sivil toplum alanına eşit mesafede yaklaşarak bu noktada şöyle bir sonuca varabiliriz: Bireyin özgürlüğü siyaset ve ekonomi alanında hareket eden farklı aktörler arasında kurulacak dengelerin bir sonucudur. Ne devlet ne de şirketler ya da sivil toplumun diğer kültürel unsurları özgürlüklerin tek başına garantisidir. Ve başından beri yanlış olan "sivil toplum eşittir özgürlük" ve "devlet eşittir baskı ve otoriterlik" safsatalarının gün yüzüne çıkması hayırlı bir gelişmedir.
Bu noktanın biraz daha ilerisine geçecek olursak, devlet ile sivil toplum arasında açık bir ayrışmanın varlığı ve bireylerin özgürlüğü açısından bu iki unsurun farklı işlevlere sahip olduğu tezi de sorgulanmaya değerdir. Devlet ile sivil toplum arasında sanıldığının aksine bir karşıtlık ilişkisinden öte bir devamlılık ve iç içe geçme ilişkisinin olduğunu söylemek daha doğru olur. Bazı durumlarda devlette konumlanan aktörlerin sivil toplumu etkisi altına alması söz konusuyken, başka durumlarda ise sivil toplumun devleti kontrol etmesi ya da ona kırmızı çizgiler çizmesi söz konusudur. Güçlü devlet geleneğine sahip ve bürokrasinin etkin olduğu ülkelerde ilk durumla, güçlü burjuva sınıfına sahip ülkelerde ise ikinci durumla karşılaşırız. Bu manzaraya bakarak bireysel özgülükler konusunda daha ileri bir noktada bir tartışma yürütmek gerekir. Devlet ve sivil toplum arasında bir dengelemenin de bireysel özgürlükler için yetmemesi söz konusu olabilir. O halde bireysel özgürlükleri korumak ve devam ettirmek için ne yapılmalıdır?
Bu noktada elbette dünyanın ekonomi ve sivil toplum alanının zamanla genişlemesiyle küreselleştiğinin de dikkate alınması çok önemlidir. Günümüzde bireysel özgürlük meselesinde karşıtlık, devlet ile devletin egemenlik alanına hapsolmuş sivil toplum arasında olmaktan ziyade, kendi sınırlı egemenlik alanına sahip çıkmaya çalışan devlet ile küresel çapta etkiye sahip sivil toplum arasındadır. Modern dönemde küresel sivil toplum alanının ortaya çıkışıyla eş zamanlı olarak dünyanın ulus-devletlere parçalandığını ve siyasetin ekonomiye boyun eğdirildiği gerçeğini de unutmamak gerekir. Karşımızda küresel bir sivil toplum ile onunla baş etmesi pek de mümkün olmayan ve ona ayak uydurmak zorunda kalan zayıflatılmış bir siyaset alanı var.
Küresel ekonomik ve kültürel sermaye, devletlerin egemenlik duvarlarını aşarak içeriye girmekte ve ülkelerin iç işleyişini ciddi şekilde şekillendirmektedir. Bu devasa küresel ekonomi ve kültür dalgası karşısında tüm toplumlar yerelleşerek marjinalize olmakta, özerkliklerini ve varlıklarını kaybetme noktasına gelmektedirler. Yerelleşen toplulukların elinde bu asimilasyon sürecine karşı koyacak tek mühimmat devletin egemenlik duvarlarının yükseltilmesi ve kalınlaştırılması ile toplumun küresel ekonomi ve kültürel sermayeye karşı dirençli hale getirilmesidir. Kısaca, devlet ile yerel sivil toplumun yakın işbirliği yapması elzemdir.
İlki devletin sadece ekonomik değil aynı zamanda kültürel nesneler ve ürünler de yayan küresel şirketleri denetleyecek ve etkilerini sınırlandıracak alt yapının kurulmasıdır. Şirketleri temsilci atama, vergi verme ve ürettikleri içerikleri devletin kontrolüne tabi olmasına rıza göstermek zorunda bırakmak bu durumu somutlaştırmaktadır. Aynı zamanda, devletlerin kendi kuracakları şirketlerle vatandaşlarına alternatifler oluşturması da bu noktada önem arz etmektedir.
İkincisi ise toplumların kendi sembol dünyasına sahip çıkması ve dünyayla ya da sosyal gerçeklikle ilişkilerini bu sembol dünyası üzerinden kurmaya özen göstermeleridir. Bunun için devletin ve sivil toplumun birlikte hareket ederek yerli ve milli olanı güçlendirmeye çalışması gerekir. Hayal eden bir varlık olarak insan dünyayla sadece duyuları üzerinden etkileşime geçmez. Fiziksel dünyaya ek olarak ve onun ötesine geçecek şekilde kendisine kültürel-sembolik bir dünya inşa eder. Dışarıdaki dünyayla ya da sosyal gerçeklikle bağımızı kolektif ve özneler arası olarak inşa ettiğimiz bu kültürel-sembolik dünya aracılığıyla kurarız. Dünyayı, toplum olarak hep birlikte nasıl hayal ediyorsak dünyamız da o olur.
Küreselleşmenin etkisiyle birçok toplum hayal etmeye bir son verip öncelikle Batılı toplumların sembolik dünyasıyla hayal etmeye ve sosyal gerçekliklerini kurmaya başladı. Günümüzde ise teknoloji şirketlerinin ürettiği sanal ve köksüz sembolik dünyayla hayal ederek sosyal gerçekliklerini inşa etme noktasına geldiler. Özgürlüğün ve bağımsızlığın sıfır noktası olan kendi sembol dünyaları aracılığıyla dünyayla bağ kurmaya son verdiler. Önce batılılaşmaya, sonrasında ise daha da alçalarak zombileşmeye başladılar. Kendi sembol dünyasından vazgeçiş toplumların kültürel ya da ontolojik varoluşunun sona ermesi demektir. Bu noktadan sonra ekonomik ve siyasi bağımsızlık pek mümkün olmaz. Kültürel bağımsızlığa sahip olmayan hiçbir toplum gerçek manada bağımsız bir siyasi varoluşa sahip olamaz. Kültürel bağımsızlık hem siyasi hem de ekonomik bağımsızlığın temelidir.
Elbette aynı zamanda çoğul kültürel dünyaların varlığı dünyanın kültürel olarak çeşitlenmesi ve zenginleşmesini de sağlar. Bir zamanlar küreselleşmenin en başat tehditlerinden bir tanesi dünyanın Batılılaşarak tektipleşmesiydi. Tüm dünya tek bir yöne bakar hale gelmişti. Günümüzde ise bu tehdit toplumların ve bireylerin kültürel olarak kuraklaşması, köksüzleşerek sığlaşması ve farklı şekillerde radikalize olmasıdır. Artık batılı toplumlar da tehdit altındadır. Maalesef, bir zombileşme çağının ortasındayız. Tüm dünya koca ve karanlık bir boşluğa bakar hale geldi.
Bu tartışmanın ışığında Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın belli aralıklarla dile getirdiği "kendi kültürümüze sahip çıkacağız" açıklamalarının önemi ortaya çıkmaktadır. Türkiye'nin uluslararası siyasette verdiği siyasi bağımsızlık mücadelesinin içeride kültürel olarak desteklenmesi gerekmektedir. Küresel dünyayla kültürel olarak arasına fark koyamayan ve kendisi olamayan bir Türkiye'nin, siyasi olarak bağımsızlaşması ve otonomlaşması da mümkün olmaz. Kendi tarihi tecrübesi ve sembol dünyasını kullanarak toplumu oluşturan bireylerin bu kültürel farkı ve zenginliği üretecek faaliyetler içerisinde olması gerekir. Bu noktada devlete düşen görev, modernleşme/batılılaşma ve küreselleşme süreçlerinde bireyler ile kendi sembol dünyamız arasında kurulan bariyerleri kaldırmak ve zamanla oluşan yarığı aşılabilir kılacak köprülerin inşasına girişmektir. Devlet ile sivil toplumun ele ele vermesi halinde küresel şirketlerin başımıza bela ettiği ve yoğun olarak yaşadığımız zombileşme sürecinin önüne geçebiliriz.
[Sabah, 23 Ocak 2021].