OLDUKÇA çalkantılı geçen sekiz yıllık George W. Bush döneminin ardından, Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni bir dönemin kapısının açıldığını söylemek yanlış olmaz.
ABD’nin yeni başkanı Barack Obama, Türkiye’ye verdiği önemi gösteren bir tercihle (Kanada dışında) ilk ziyaretini Nisan’da Türkiye’ye yapacak. Bu ziyaretten en büyük darbeyi, Washington’da yeni yönetimde Türkiye’ye karşı bir tavır oluşturmak isteyenler yemiş bulunuyor. Oğul Bush döneminde Türk-Amerikan ilişkileri en kötü dönemine girdi. Özellikle Bush’un Afganistan’ı ve Irak’ı işgali, bölge ülkelerinin hassasiyetlerini kale almaması ve züccaciye dükkanındaki fil misali bölgenin dinamiklerini değiştirmeye kalkışması Türkiye tarafından kaygıyla izlendi. ABD’nin eski bir dışişleri bakanının ifadesiyle, Irak’ın işgali bölgesel güç İran’ı, Afganistan’ın işgali ise uluslararası bir migren haline gelen Pakistan’ı yarattı. Türkiye de bu süreçten payını, öncelikle 1 Mart 2003’teki tezkere, ardından Kuzey Irak kaynaklı PKK saldırıları ile aldı. İlişkilerin dibe vurduğu bu dönemden çıkış, ABD’nin Irak’ta yenildiğini anlayıp, yeni bir çıkış planı arama çabasıyla mümkün olabildi. Ancak tüm bunların maliyeti, ilişkilere karşılıklı güvensizlik ve sürekli tedirginlik olarak yansıdı. Yine Bush’un kibirli, uzlaşmaz ve her ne pahasına olursa olsun İsrail yanlısı olma tutumu, ABD’nin bölgedeki diplomatik etkinliğini neredeyse sıfıra indirdi. Eski aktörlerin yerinden edilmesi, yeni aktörlerin tecrübe eksikliği önemli bir iktidar boşluğu yarattı. İşte tam da bu noktada 1 Mart Tezkeresi’ni reddeden Türkiye, bölge halkları nezdinde itibarını arttırdı. Bu boşluğu çok iyi dolduran Türkiye, tek parti hükümetinin getirdiği güven duygusu, ekonomik yapısının güçlenmesinin getirdiği para harcayabilme lüksü, bölgeye saygılı yaklaşımı ve uluslararası örgütlerdeki etkinlik arayışı ile kendini bölgenin vazgeçilmez bir unsuru haline getirdi. Ortadoğu’da herhangi bir büyük oyuna girmek isteyen her ülke, Türkiye’yi dışarıda bırakarak bunu yapamayacağını görmeye başladı. Türkiye’nin Ahmet Davutoğlu tarafından “stratejik derinlik” olarak da tarif edilen dış politika açılımı, Davos’la birlikte yeni bir evreye girdi. Davos’ta Başbakan Erdoğan’ın hiçbir dünya liderinin cesaret edemediği, siyasetçiler, lobiciler ve diplomatlar nezdinde eleştirilen, ancak sadece bölge değil tüm dünya halkları nezdinde büyük sempati toplayan tavrı, dış politika açılımının sınırlarını zorladı. Türkiye artık ne sadece iyi ilişkilerle ve sıfır sorunla açılımına devam edebilir ne de sorunları kenardan izleyebilir. Altı yıllık diplomasi ve Davos momenti Türkiye’yi artık yapısal ve kurumsal bir tavra zorluyor. Bu aslında Türkiye için tam anlamıyla bir yol ayrımı. Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Türkiye ziyaretini oldukça erken bir döneme alması, ardından Obama’nın Türkiye’ye gideceğini açıklaması, bu dönüm noktasının ABD tarafından da takdir edildiğinin göstergesi. Türkiye’nin konumunun değerlendirilmesi noktasında ABD tarafında bir uzlaşma olduğu görülse de, nasıl bir tavır geliştirileceği henüz netleşmedi. Yeni durumu, “Kasabaya yeni bir şerif geldi” şeklinde tanımlayan bir Türk-Amerikan ilişkileri uzmanı, hikayenin sadece bir kısmını anlatıyordu. Eksik kalan kısım ise şöyle: “Bu kasaba sekiz yıl önce terk ettiğiniz kasaba değil.” Bu açıdan Obama’nın ziyareti tam bir peşrev durumu. İki taraf da yeni durumu analiz etmeye, güçleri tartmaya ve yeni hamlelerin nasıl yapılacağına karar vermeye çalışıyor. Türkiye şunu iyice idrak etmeli: Obama, Bush gibi kolaylıkla sertliğe başvuracak bir oyuncu olmayacak. Ancak bu, Obama’nın yumuşak bir oyuncu olacağı anlamına gelmez; aksine oyun planında, kabul edilebilir sertlikleri sonuna kadar zorlamak da var. Yani artık Ortadoğu’ya yeni bir oyuncu girdi. Obama yönetimi diplomasinin tüm imkanlarını kullanarak kendi alanını genişletmeye, yeni koalisyonlar kurmaya, eski koalisyonları yenileri ile değiştirmeye çalışacaktır. Bunun en görünür örneği, Türkiye’nin belli bir noktaya getirdiği Suriye ile ilişkilerde Ankara’yı aradan çıkartmak ve Şam ile aracısız görüşmek olacaktır. Bunun Türkiye için anlamı ise bir süredir derinlemesine kullandığı alanın daralmasıdır. Yine Washington’daki bir uzmanın deyimiyle, ABD’nin parası diplomatik atağı ile birleştiğinde bölgedeki etki alanı genişleyecektir. Obama’nın Ortadoğu Özel Temsilcisi George Mitchell’ın bölge ziyaretleri de bu çerçevede okunmalı: Bölgenin nabzını tutmak, aktörlerin güçlerini tartmak, niyetlerini öğrenmek. Bu nedenle Mitchell herhangi bir şey teklif etmeye değil, sadece nasıl alan açılabileceğini tetkik etmeye geldi. Elbette bunun bir de Türkiye boyutu var. Türkiye 1 Mart’ta başlayan macerasına neredeyse aynı yorulmaz tempo ile devam ediyor. Irak ve Kürt yönetimi ile ilişkilerden Karadeniz’de Montrö Sözleşmesi’nin uygulanmasına kadar bu alanda ilkeli bir tavır izliyor. Ancak Davos bu hatta tam bir dönüm noktası. Fincancı katırlarının ürkütülmesinde son noktayı ifade eden Davos olayından sonra, Türkiye ya dış politika açılımlarını tam anlamıyla yapısal ve kurumsal bir çerçeveye oturtacak, bölge politikasına tam anlamıyla yatay olarak yayılacak ya da kazanımlarını koruyamayarak tasfiye olacaktır. Davos’un anlamı, kasabaya yeni şerif geldiğini düşünerek Türkiye’yi oyunun dışına atmaya çalışanlara, Türkiye’nin oyunun tam da göbeğinde olduğunu göstermesidir. Bundan sonra oyunda sertliklerin artacağını, karşılıklı çelmelerin sıradan hale geleceğini tahmin etmek zor değil. Türkiye artık kontrolsüz büyümeyi yavaşlatmalı, bölgeye yaptığı açılımları kalıcılaştırmaya çalışmalı. Bölgeye dönük insani yardımdan medya yayınına, film festivallerinden bölge dillerine hâkim ve bölgenin hassasiyetlerinin farkında olan diplomat ve siyasetçilere, bölgeye dönük eğitim politikalarından yeni yönelime uygun kurucu kurumsallaşmalara kadar birçok alanda senkronize bir çabaya ihtiyaç var. Türkiye ya bu tedbirleri alıp kalıcı yaklaşımını yerleştirerek bölgenin en önemli gücü haline gelecek ve önümüzdeki 20-30 yılda kolay kolay değiştirilemeyecek bir noktaya ulaşacak ya da bu başarıları olay temelli ve tek boyutlu ele alarak önüne çıkan tarihî fırsatı heba etmiş olacak. Obama’nın ziyareti tam da bu yol ayrımında Türkiye’nin konumunu, potansiyelini ve muhtemel gelişmeleri ölçmeye yönelik. Yukarıdaki seçeneklerden hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin, Obama’nın Türkiye’ye verdiği önem değil, bu değerin niteliği değişecektir. Obama yönetimi Türkiye ya da başka bir ülke ile çalışmak noktasında çok da bir lükse sahip değil. Zira Obama galip bir ülkenin değil, ciddi hasar almış olsa da hâlâ dünyanın en güçlü ordusunun komutanı. Hasarın derinleşmemesi için işbirliğini her halükarda tercih edecektir. Ancak bu ilişkiyi, “kasabaya yeni şerif” mantığıyla bir patronaj ilişkisine dönüştürmek isteyenler ile kasabadaki şerife son sekiz yılı anlatıp, bir önceki şerifin kaderinden bahsetmeye cesaret eden kasaba sakinleri arasındaki mücadele şeklinde görmek gerekir. Türkiye talip olduğu role uygun kadroyu üretebilir ve gerekli açılımları yapabilirse, yeni şerif de kasabanın sahibi değil, yeni bir sakini gibi davranacaktır.