Bugünlerde en sık muhatap olduğum eleştirilerden biri şu: “Onca zaman Türkiye normalleşiyor dediniz, bu mu normalleşen Türkiye.” Ben hâlâ aynı şeyi söylüyorum. Türkiye normalleşiyor. Normalleşti demiyorum, normalleşiyor diyorum. Ve bu yaşadığımız sıkıntıları da normalleşme sancısı olarak değerlendiriyorum.
Normalleşmenin başlıca şartı, farklı fikir, akım ve aktörlerin demokratik yöntem ve araçlarla müzakere ve mücadelelerini sürdürebilmeleri. Bunun en önemli şartı ise, herkese açık bir siyasal alanın varlığı. Türkiye'de 2000 sonrasında bu siyasal alanın tesisi noktasında çok ciddi adımlar atıldı. Siyasetin alanı genişlerken, devletin alanı küçüldü.
Siyasi tarihimiz bunun örnekleriyle doludur. Ne zaman ki siyasetin alanı olağanüstü müdahalelerle daraltılmaya çalışılmışsa devletin alanı büyümüştür.
İlginç olan, bugün siyasetin alanını daraltmaya çalışanların “devletin alanı genişliyor” diye feveran etmeleri.
Bir de şunu unutmayalım. Bugün, ana söylemini devletin otoriterleşmesi üzerine kuran ve bunun üzerinden ulusal ve uluslararası şikâyet kampanyası yürüten aktörlerin bir kısmı geçmişte siyasete yönelik olağanüstü askeri müdahaleleri özendiriyordu. Diğer bir kısmı ise geçtiğimiz birkaç aylık süreç içerisinde illegal bir biçimde devlet içerisindeki sivil ve silahlı bürokratik aktörlerin devreye girerek hükümeti düşürme çabasına destek vermişti.
Elbette, devlet, hormonlu bir tarzda büyümemeli, eskiden olduğu gibi aşkın bir değer halini almamalı. Kamu çıkarını temel alan bir koruyucu aygıt olarak varlığını sürdürmeli.
Gelin görün ki, bir süredir hükümet tarafından bizatihi siyasetin alanını genişletmek adına atılan adımlar, devletin siyasal, toplumsal ve bireysel alanlara müdahalesi olarak yansıtılıyor.
Söz konusu müdahaleye verilen örneklerse çok ilginç. TBMM bünyesinde çıkarılmaya çalışılan yasalar. Tam da seçim öncesinde bu adımları atmaya cesaret eden AK Parti Hükümeti, bu adımları bir siyasal maliyet üstlenerek yapıyor. Açık davranıyor, demokratik siyaseti kurallarına göre oynuyor. “Gerekirse maliyet ödemeye de hazırım” diyor.
AK Parti hükümetinin Kemalist devlet aygıtına yaptığı en anlamlı müdahale, toplumu bireyin, devleti de toplumun önünde gören anlayışla hesaplaşma çabası oldu. Bu çaba olmadan Türkiye sosyo-politik gerçekliğinin yapısal sorunlarıyla yüzleşme imkanı da yoktu. Din-devlet ilişkilerinin rehabilitasyonu, Kürt sorununun barışçıl bir tarzda çözüme kavuşturulabilmesi, asker-sivil ilişkilerinin normalleşmesi için de gereken buydu. Bu süreçte alınan yol, atılan adımlar ortada.
Son on yılda devlet, merkeziyetçiliği egemen bir yönetim ideolojisi olmaktan çıkarıp, rasyonel ve yeri geldiğinde kullanılacak bir koordinasyon aracına dönüştürdü. Bir zamanlar Anlayış dergisinde“Ankara bölünmez bir bütündür” diye bir manşet atmıştık. AK Parti hükümeti, bu zihniyetle hesaplaşmaya çalıştı ve hesaplaşmaya da devam etmeli.
Sözün özü şu: Türkiye, aşkın değerlerle etrafında dokunulmazlık halesi örülen, bürokratik bir vesayet aygıtına dönüşen, analog kültüre hapsolmuş, “ulus-devletin bekası”ndan başka bir söylem üretemeyen hantal bir devletten, küçülmüş, etkin ve bölgesinde itibarlı bir devlete geçmenin gayreti içerisindedir ve bu gayret sürdürülmelidir.
[Akşam, 23 Şubat 2014]