Berthold Brecht, "Augsburg Tebeşir Dairesi" adlı hikâyesinde, gerçek sevginin nasıl test edildiğini anlatır. Avrupa'daki 30 yıl savaşları sırasında Katolikler Augsburg şehrini ele geçirerek talan ederler.
Kargaşa sırasında Protestan olan Zingli adındaki işadamı öldürülür. Eşi Bayan Zingli ise, kendi canını kurtarmak için henüz birkaç aylık olan bebeklerini ve ölmüş kocasını orta yerde bırakıp kaçar. Bebeği evin ortasında yapayalnız bulan hizmetçi Anna çocuğu kucaklar ve Katolik askerlerin şerrinden emin bir yere saklar. Gel zaman git zaman, bebeğin biyolojik annesi ortadan kaybolur; bebek Anna'ya kalır. Birkaç yıl sonra Augsburg bölgesinde savaş biter ve düzen yeniden kurulur. Zor zamanlarda bebeğini unutmuş görünen Bayan Zingli bir gün çıkagelir ve bebeğini Anna'dan kaçırır. Anna'nın görüşme talepleri karşılıksız kalınca genç kız çaresiz mahkemeye gider. Hakimin sert bakışları altında durumu anlatır. Hakim tek yolun annelik iddiasında bulunan iki kadının mahkemeye çıkması olduğunu söyler ve mahkeme tarihi belirlenir. Olayı duyan bütün Augsburg halkı o gün mahkemeye akın eder.
İki davalıyı da dinleyen hakim, iki kadının da doğruyu söylemediğine kanaat getirir ve bir test ile gerçek annenin kim olduğunu bulacağını söyler. Katibine mahkemenin ortasına tebeşirle bir daire çizmesini söyler. Üç kişiyi alacak büyüklükte bir daire çizilir. Kadınlar çemberin iki ucuna, bebek de çemberin ortasına yerleştirilir. Hakim "Gerçek anne, çocuğuna duyduğu sevgiden belli olur; kim daha fazla gayret gösterirse onun sevgisinin gerçek olduğu anlaşılacaktır" der. Çemberin iki ucunda duran kadınlardan biri bebeğin sağ kolunu, diğeri sol kolunu tutar. Hakim "başla!" diye bağırınca kadınlar çocuğu çemberin dışına çıkarmak için çekeceklerdir. Kimin sevgisi daha fazla ise, o bebeği daha fazla çekecek ve davayı kazanacaktır.
Mahkemeyi bu şekilde kurgulayan hakim, önce hıncahınç kalabalığa ardından iki kadına bakar ve "Başla!" der. Bunun üzerine Bayan Zingli bebeği olanca gücüyle kendi tarafına çekmeye başlar. Bebeğin kolunun zarar göreceğinden korkan Anna derhal bebeğin kolunu bırakır. Bebek Bayan Zingli'nin tarafına geçer. Zingli mağrur ve mesut bir şekilde bebeğe sarılırken Hakim "Gerçek annenin kim olduğu ortaya çıktı" der ve bebeği Bayan Zingli'den alıp Anna'ya verir ve ekler: "Bebeği alın şu kadından. Aksi halde bebeği herkesin ortasında vahşice paramparça edecek".
21 Temmuz Cumartesi akşamı bitecek seçim kampanyası Türkiye'yi öylesine geriyor ki herkes bebeğe sahip çıkmak adına bebeğin kolunu kopartacağının farkında değil. Siyasi polemik anlamını yitirmeye yüz tutmuş durumda. Hainler, satılmışlar, gizli ajanlar, namertler, şerefsizler, ağzı bozuklar, idamcılar, asabilenler, asamayanlar, ipçiler, saatçiler derken siyaset itibarını bir kez daha yitirmekle karşı karşıya. Miting meydanları ve TV programları, sokak siyasetine taş çıkartıyor. Siyaset, yerini öfkeye, saldırıya, ithama, şüpheye, iddialara bırakmış durumda. Kimin sesi daha kaba çıkıyorsa, o kendini günün galibi sayıyor.
Siyasete olan güvenin sarsılması için bundan daha iyi bir formül olabilir mi? Yarım asırdan fazladır sivil siyaset, siyaset dışı unsurlara karşı güven inşa etmeye çalışıyor. Osmanlı'nın kalıntıları üzerine kurulan Cumhuriyet, zaten başından beri güçlü bir düşman algısıyla çevrelenmişti. İstiklal Harbi, yedi düvele karşı verdiğimiz onurlu bir mücadelenin sonucunda kazanıldı. Ama Türkiye, ilelebet bir istiklal harbindeymiş gibi yaşayamaz. Hiçbir toplum yaşayamaz. İnanmayanlar bu paranoyaya kapılmış toplumlara baksın.
Kutuplaşma yavaşça bölünmedir
Bu seçim kampanyası öyle kutuplaşmalar üzerinden yürütülüyor ki oyunuz kime giderse gitsin hepimiz uçurumun kenarında duruyoruz adeta. Bizim partiye oy verirseniz her şey çok güzel olacak; vermezseniz hepimiz uçurumdan aşağı yuvarlanacağız. 23 Temmuz günü sizin parti iktidar olmazsa, geriye kalan bütün partiler ve liderler size uzak, yabancı hatta düşman kişiler olacaklar. 'Karşı cephe'ye yerleştirdiğimiz her isim, bizi germeye, bölmeye devam edecek. PKK terörü bizi bölüyor diyenler biraz da bu derin bölünmeye baksalar!
Yabancı düşmanlığı üzerine kurulu siyasi söylemler giderek yerlilere karşı düşmanlık haline geliyor. AKP'liler, CHP'liler, MHP'liler, Kürtler, Aleviler, Ermeniler, Yahudiler derken herkes kendi cephesini tahkim etme derdinde. Sanki mitingler ve TV programları bittikten sonra bir arada yaşamaya devam etmeyeceğiz. Her tarafımız tekrar düşmanlarla çevrili. Fakat bu sefer düşmanın bayrağı İngiliz, Fransız, İtalyan değil, bildiğimiz Türk bayrağı. Evlerin balkonlarına, binaların cephelerine, mahalle aralarına bayraklar asılıyor. Herkes aynı bayrağı göndere çekip "en sahicisi benimki" diyor. Bayrak birilerine muhalefet, ondan da öte düşmanlık adına asılıyor. Milli birlik ve beraberliğimizin sembolü olan bayrağımız herhalde hiç bu kadar bölünüp parçalanmamıştı. Tansiyonu bu kadar yükselttikten sonra her şey normale dönebilir mi? Birbirlerini idam sehpasına davet edenler 23 Temmuz sabahı iplerini, sopalarını, darağaçlarını nereye gömecekler? Diğer siyasilerin karşısına nasıl çıkacaklar? Kendi seçmenlerine ne diyecekler? "Bu sefer olmadı; bir dahaki sefer asıcam" mı diyecekler?
Bardağı kırmadan...
Seçim ortamında hem önlerindeki kalabalığı hem de kendilerini ajite eden siyasiler ya tansiyonu yükseltmeye devam edecekler, ya da normale dönmeye çalışacaklar. Her iki durumda da kaybeden kendileri olacak. Tansiyonu yükseltmeleri halinde Meclis bir 'hır-gür meydanı'na dönecek. MHP ve DTP'lilerin bulunduğu bir Meclis tablosunda bunun olması işten bile değil. Kimin daha milliyetçi olduğu üzerinden yapılacak kavgalar Meclis'in ne yüceliğini bırakacak, ne de temsil yetkisini. Siyasetçiler normale dönmeye çalıştıklarında yine kaybedecekler. Çünkü yaptıkları uçuk kaçık vaatlerin ağırlığı altında ezilecek, kendi seçmenleri karşısında mahcup olacaklar.
Sağa sola bu kadar savrulan bir siyasi ortamda Türk siyasetinin merkezi, normal ve makul olanı temsil edebilecek mi? Yeni Meclis'in ve hükümetin en büyük sorunu bu dengeyi yeniden kurmak olacak. Din, İslam, gizli İslamcılık, laiklik, en gerçek laiklik, Cumhuriyet, Atatürk, şehitler üzerinden yapılan kimlik siyaseti, toplumu germeye devam edecek. Çizgiler kalınlaşacak, kampların duvarları yükselecek. Her tarafı kırmızı çizgilerle dolan Türkiye'yi bu gidişle kıpkırmızı bir nokta haline getireceğiz. Böyle her tarafı kırmızıya boyanmış bir ülkede uzlaşma kültürünü yaşatmak mümkün mü? Siyaset diğer özelliklerinin yanında bir ittifak yapabilme sanatıdır. Bundan kastım birkaç partinin bir araya gelip koalisyon kurması, ite kaka iktidar olması değil. Kastettiğim, ortak iyide buluşma iradesinin güçlendirilmesi ve bunun için herkesin aynı sorumluluk bilinciyle çaba göstermesi. Temel sorumuz şu: İttifak ve uzlaşma kültürünü zayıflatan bir siyaset yapma biçimi, Cemil Meriç'in "Bu Ülke" dediği bütünlüğün bir arada yaşama iradesini güçlendirebilir mi? Bunu yapamayan bir siyasetin verdiği savaşın galibi olmaz.