Amerika Birleşik Devletleri yeniden Ortadoğu’ya yönelik askeri bir müdahalenin baş aktörü olarak sahnede. 1945’ten bu yana Ortadoğu’yu askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel baskı aygıtlarıyla kuşatma gayretinde olan ABD, özellikle Soğuk Savaş’ın son bulmasıyla birlikte, bölgeyi doğrudan dizayn etme çabası içerisine girdi. 1945 sonrasında şekillenen ABD dünya sistemi, başlangıçta kendisini geleneksel Batı sömürge siyasetinden farklılaştırdı. Bu dönemde zenginliklerin tek taraflı sömürüldüğü, fiili işgalin kalıcı hale geldiği, yerli (işbirlikçi) yöneticilerin sömürgeciler tarafından tayin edildiği geleneksel Batı sömürge siyaseti, Amerikan dünya sistemi içinde kendisine yer bulamadı. Nihayetinde Amerikan hegemonyası, sömürge-karşıtı hareketlerin geleneksel Batı sömürge siyasetini ciddi bir meydan okumayla karşı karşıya bıraktığı bir noktada tarih sahnesine çıkmıştı. ABD, dışlayıcı değil, içerici bir yayılma stratejisi izledi.
Fiili işgal yerine, askeri bağımlılık, zenginliklerin tek taraflı sömürüsü yerine sürdürülebilir bir ekonomik emperyalizm ve doğrudan tayin yöntemiyle işbirlikçi atama yerine Amerikan değerlerine inanmış elitlerin yetiştirilmesine dayalı bir siyasi fırsat düzeni yaratıldı. Dönemin Amerikan siyasi aklı daha uzun vadeli bir hegemonya stratejisi için bunun gerekli olduğuna kanaat getirmişti. Bu “iyimser” yaklaşım ilk ciddi meydan okumayla Vietnam’da karşılaştı. İkinci büyük meydan okuma, 1979’daki İran İslam Devrimi’ydi. Hal böyle olsa da bu okuma biçimi, 1990’lara kadar ABD dış politikasına etki etmeye devam etti. Amerikan siyasal aklı, kendisini geleneksel Batı sömürge aklından bu tarihe kadar ayrıştırdı. Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte, ABD “tarihin sonu”nu getiren muzaffer ve muktedir bir özne olarak yeni bir uluslararası düzen arayışı içerisine girdi. Ve “tek-kutuplu dünya”nın hegemon gücü olarak idare ettiği uluslararası sisteme uygun bir Ortadoğu bölgesel düzeni inşa etmek istedi. Ortadoğu, Batı dünya düzeni açısından her zaman merkezde olsa da, ABD’nin bölgeye yönelik ilgisi Soğuk Savaş sonrasında daha da arttı. Bunun nedeni sadece Amerikan dünya düzenine yönelik tehdit potansiyeli taşıyan gelişmelerin engellenmesi değildi. Enerji kaynaklarına hükmetmek başta olmak üzere bölgenin sağlayacağı fırsatlardan çok etkin bir biçimde yararlanmaktı. 1990 sonrası Amerikan dünya siyaseti, geleneksel Batı sömürge siyasetine giderek daha fazla yaklaştı. 11 Eylül saldırıları bu mesafeyi daha da kısalttı. ABD, bütün Ortadoğu’yu bu yaklaşımla, geleneksel Batı sömürge siyasetiyle dizayn etmeye çalıştı. Savaşlar açtı. Bombalar yağdırdı. Sivilleri katletti. Dünya tarihinin en büyük savaş suçlarını işledi.
Her seferinde savaş açtığı aktör farklı olsa da, ölen, yaralanan, açlıkla ve yoksullukla yüzleşmek durumunda kalanlar Ortadoğu coğrafyasında yaşayan insanlar oldu. Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında Ortadoğu’ya ilişkin temel bir strateji değişimi yaşanmadı. Gün sonunda, Amerikan Ortadoğu vizyonu işgale ve kuşatmaya dayandı. ABD, askeri kuşatmayı ekonomik kuşatmayla, ekonomik kuşatmayı kültürel kuşatmayla tahkim etti. Savaş ve ambargo siyaseti Amerikan karşıtlığını Ortadoğu halklarının asgari müştereğine dönüştürdü.
Amerikan siyasi aklı, geleneksel Batı sömürgeci zihniyetine yaklaştıkça, geleneksel Oryantalizmin İslam tahayyülüne de daha fazla teslim oldu. Louis Gardet’nin ifade ettiği gibi geleneksel Oryantalist yaklaşıma göre “İslam”, “Batı”yla mutlak bir karşıtlık ilişkisi içinde olan bir “nesne”dir. “Kendi düşünme ve duyma biçimi, kendine özgü sorunları olan bir özne” değildir. Bu nedenle İslam’ın “canlı, dinamik ve diyalojik bir özne” olarak ele alınması mümkün değildir.
Bana göre bu tahayyül, Amerika’nın Ortadoğu politikasının en büyük açmazı. Zira bu tahayyül bölgeyi ve aktörleri kendi gerçekliği içinde okumaya engel olan bir uyuşturucu mahiyetinde. Ve Amerikan yönetici elitleri bu uyuşturucunun müptelası haline gelmiş durumunda. Bu noktada geleneksel Oryantalist imge ve içeriklerin salt manipülasyon ve propaganda amacıyla kullanıldığını söyleyenler olabilir. Elbette bu imge ve içeriklerin toplum nezdinde muhkem bir meşruiyet alanı tesis etmek için kullanıldığı inkar edilemez. Fakat, Amerikan siyasi elitlerini kültürel etkiye kapalı, salt rasyonel aktörler olarak ele almamız da doğru değil. Bu tahayyül ABD’nin sadece çatışma diline değil barış diline de doğrudan yansıyor. Çatışma dilini kurarken İslam ve fanatizm birbiriyle ilintilendiriliyor. Barış diliyle konuşulurkense bir hiyerarşi kuruluyor. Türk-İran havzasından, Arap yarımadasına, Hilal-i Münbitten, Afrika kıtasındaki Mısır’a kadar bütün Ortadoğu Coğrafyasını kesen İslam, modernlik karşısında tek-renkli, statik, belirlenen ve ikincil bir unsur olarak telakki ediliyor. Bölgenin gerçek dinamikleri ve sosyolojisi görmezden geliniyor. Bu nedenle de kapsayıcı siyasi çözümler ne yazık ki üretilemiyor, sorunun kaynağına gidilemiyor.
[Akşam, 14 Eylül 2014]