Türkiye birkaç yıldır bir kararın eşiğinde duruyor. Gündelik politikalarla şekillenecek bir karardan bahsetmiyorum. Ne olduğuna ve ilerde ne olacağına dair bir karardır bu. Türkiye sıradan ve günlük politikaları, ekonomik parametreleri, siyasi işleyişi, kimin tarafından yönetilip kimin tarafından yönetilmeyeceği dışardan belirlenen bir ülke mi olacak yoksa bir omurgaya sahip bir ülke mi olacak?
Birkaç yıldır hem içeride hem de dışarıda cereyan eden hadiseleri bu sorudan bağımsız bir şekilde ele alamayız. Türkiye bir iddia sahibi olmaya çalıştıkça ve bu hedefe doğru yol aldıkça daha beter saldırılara düçar kaldı. PKK'dan DEAŞ'a FETÖ'den finansal ataklara kadar her türlü kirli araç devreye sokuldu. On yıllarca Türkiye'nin yumuşak karnına dönüşmüş sorunları birer saldırı aracına dönüştürüldü.
On yıllarca Türkiye'nin bu biriken sorunlarını kangren halinde tutma siyaseti ile iktidara gelenlerin sermayeleri on beş yıl önce tükendi. On beş yıldır bu kangrene neşter vurma arayışları ise son birkaç yıldır bir siyaset halini aldı.
Uluslararası siyasetin küresel düzeyde dönüşmesi Türkiye için de bir fırsata dönüştü. Geç de olsa kendi ayakları üzerinde durma gerekliliğini kavradı, bu hedef doğrultusunda adım atmaya başladı.
Bu anlayışın somutlaştığı temel noktalar; terörün Türkiye gündeminden çıkarılması, ekonomik parametrelerin manipüle edilmesinin önüne geçilmesi, milli iradeye dayalı bir yönetim sisteminin yerleşik hale getirilmesi ve dış politikada varlık sahibi olma iddiası.
Erken seçim kararının alındığı günden bu yana adaylık ve seçim etrafında dönen tartışmalar Türkiye'nin bir omurga sahibi ülke olarak yoluna devam etmesi ile bu süreci geri çevirmeye dönük vaatler üzerinde yoğunlaşıyor.
Bir yanda Türkiye'yi kendi ayakları üzerinde duran, manipüle edilemeyen, uluslararası siyasette varlık sahibi bir ülke olarak konumlandırmak isteyen aktörler; öte yanda ise bu süreci geri çevirerek Türkiye'yi ehlileştirilmiş, iradesiz bir çizgide tutma vaatleri ile hareket edenler var. Kullandıkları kavramların içerikleri de bu bağlamda anlam kazanıyor.
Türkiye'ye dair bir tezleri bir iddiaları yoktur.
Demokrasi dediklerinde kayıtsız şartsız bir batıcılığa işaret ediyorlar. Batılı güçlerin Türkiye'nin nasıl yönetileceği, kiminle nasıl iş tutacağına dair yaklaşımları birinci öncelikleridir. Bu sayede vesayet altında rahatça iktidar sahibi olmak kolaylaşır.
Çoğulculuk onlar için teslimiyetten başka bir şey değildir. Bu ülkenin değerlerini ve bu değerlerin taşıyıcısı olan ahalinin haklarını egemenlerin insafına bırakma anlamına gelir. Kutuplaşma türküsünü koro halinde seslendirmelerinin de sebebi budur.
Güçlerini ahaliden almadıkları için iktidarlarını önce kapalı kapılar arkasında kurarlar. Değerlerini de arkadaşlarını da alıp satmaktan imtina etmezler. Ahalinin karşısına çıktıklarında da hiçbir cümlenin tamamını söylemezler. Çünkü her cümlelerinin kalan yarısı onaya tabidir. Gerektiğinde kıvırma payı bırakmak için de muğlak konuşurlar, ne dedikleri de belli değildir.
Her potada eritmeye hazır oldukları ideolojimsin görüşleri vardır. Her an herkesle işbirliğine hazırdırlar.
Omurgasızlıkları karakterlerinde de, siyasi anlayışlarında da, iş tutma biçimlerinde de tebarüz ettiği için Türkiye'nin omurga sahibi bir ülke olması gibi bir dertleri de yoktur.
[Fikriyat, 25 Nisan 2018].