Aslında son beş senedir Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ABD başkanları ile yapılan tüm görüşmeleri hep "çok kritik" bir zirve olarak adlandırılıyor. Özellikle ABD'nin YPG'yi silahlandırması başladığından bu yana Türkiye her görüşmede ortaya bu meseleyi koyuyor. Konunun Türkiye'nin ulusal güvenliği için nasıl bir tehdit ortaya koyduğu, bölgedeki istikrarsızlığı uzun vadede ne kadar tetikleyebileceği ve bu durumun ne kadar sürdürülemez olduğu defalarca ABD'li yetkililere iletildi. Tıpkı Türk-Amerikan ilişkileri dendi mi akla gelen diğer krizli meseleler gibi. İki "stratejik ortağın" neden ilişkilerinin bu hale geldiği ve dahası "stratejik ortaklık" tabirinin artık neden tırnak işareti içine almak zorunda kalındığı sorularının cevabı aslında krizin farklı bir boyutta yaşandığını işaret ediyor.
Birçok dış politika krizinin aksine Türkiye-ABD ilişkilerinde krizin temel dinamiği ülkelerden birinin diğerinin niyetini ve hassasiyetini anlamaması değil. ABD dış politikasında son yirmi yıldır yaşanan kriz artık müttefiklerle ilişkileri kopma noktasına getirmeye başladı. Anlayan bazen konuşan ama hareket edemeyen bir dış politika yapısı ile karşı karşıya gelmeye başladık. Mesela son beş senedir ABD'li yetkililer YPG'nin PKK ile ilişkisi konusunda ikna edilemedi değil. En başından bu yana Washington'da bölgeyle ilgili bir fikri olan herkes bu ayrımın ne kadar suni olduğunun farkındaydı. Tıpkı YPG'nin bölgedeki tüm Kürtleri temsil etmediğinin bilindiği gibi. Mesele aslında ABD dış politikasının yaşadığı bir zincirleme kaza gibi gelişmişti. Suriye stratejisi olmayan ABD yönetimi konudan uzak durmaya çalışırken ABD'lilere de zarar veren bir terör örgütü ortaya çıkmış, bu terör örgütü ile suya sabuna dokunmadan mücadele etmeye çalışan yönetim de kullanışlı başka bir terör örgütünü DEAŞ üzerine salmaya karar vermişti. Durum sadece bir yol haritası olmayan Obama yönetimi için bir pratik hamle anlamına geliyordu. Bu strateji yoksunluğunda da sahada operasyonları götürenler için politikayı şekillendirmeye alan açılmıştı. Dolayısıyla mesele Türkiye'nin hassasiyetlerinin anlatılmaması veya anlaşılmaması değil ABD'nin dış politikasındaki sorunun müttefikleriyle ilişkiyi de tehlikeye atacak bir türbülans içine girmesiydi.
O günden bu yana yaşanan tüm krizlerde aslında ABD yönetimi dış politikasında bu sorunu fazlasıyla yansıttı Türkiye'ye. Strateji yoksunluğu bir yandan da ortaya diplomatik yetersizliği ortaya çıkardı. En önemli diplomatik araç olarak elde sadece yaptırımlar kaldı. Brunson krizinden S-400 meselesine ve Suriye anlaşmazlığına sürekli olarak NATO müttefikini yaptırım ile tehdit eden ve bu tehditler sonucu ittifak ilişkisini devam ettirebileceğini düşünen bir Amerikan yönetimi ortaya çıktı.
13 Kasım'da yapılacak görüşmelerin yine aynı stratejisiz dış politika ve enstrümansız diplomasi kıskacında bir zirve haline gelmemesi için Beyaz Sarayın bu görüşmeye özel bir hazırlık yapması ve masadaki sadece Suriye meselesi değil tüm sorunlu alanları içine alan bir perspektifle yaklaşması gerekiyor.
"Stratejik ortaklık" kavramının artık tırnak içinde kullanılmaması için bu kavramı içi boş bir şekilde tanımlama yerine iki müttefik ülkenin ortak çalışma alanları ve amaçlarını iki ülkenin de çıkarına olacak tarzda bir düzenleme içine girilmesi gerekiyor. Stratejik ortaklar asgari olarak terör örgütleri özellikle de bir ortağı tehdit eden terör grupları konusunda aynı duruşu gösterebilen ülkelerdir.
İki stratejik ortak arasındaki diplomasi bir ülkenin sürekli olarak yaptırım kartını kullanmasından daha geniş ve daha kreatif bir süreci gerektiriyor. ABD-Türkiye ilişkileri tarihi bu tür yaptırım ve ambargo çalışmalarının kimseye fayda getirmediğini en açık bir şekilde ortaya koyuyor. Ortak çıkar ve ortak hassasiyetlere yeterince özen gösterilmeden yapılan bu tür "cezalandırıcı" dış politika girişimleri ABD'nin güvenilirliğini daha da sorgulanır bir hale getiriyor.Dahası stratejik ortaklık bu kadar birikmiş problemi kaldıramayacak derecede hassas bir mekanizmaya dayanıyor. Bir yandan Türkiye'yi ortağı olduğu en önemli savunma sanayii projelerinin birinin dışında bırakıp öte yandan da stratejik ortak olarak beklentiler içine girmek hiç de realist görünmüyor. Ya da iç politikada Türkiye'ye karşı bazı lobilerin etkisiyle de güçlendirilen karşıtlığın etkisinde kalarak stratejik çıkarlar yerine bu iç politik çekişmelerin gölgesinde ilişkileri yönetmek sürdürülebilir bir durum yaratmıyor.
Dolayısıyla müttefiklik ruhu dediğimiz varlığın en önemli sınavlarından birini vereceği bir zirveye tanık olacağız. ABD'nin bu zirvede mevcut problemlerden bazılarında aldığı kısa vadeli ve stratejik ortaklık düşüncesiyle bağdaşmayan tavrından vazgeçmemesi durumunda artık bu ortaklığa farklı bir isim koymak zorunda kalacağız.
[Sabah, 9 Kasım 2019]