Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça Türkiye’deki siyasetin tansiyonu yükseliyor. Acaba bunu doğal mı karşılamak lazım? Yoksa bu, Türkiye siyasetinin derinlerdeki bir arızasına mı işaret ediyor?Aristo “insan siyasi bir varlıktır” (zoon politikon) dediğinde acaba siyasetin de insani bir şey olması gerektiğini ima ediyor muydu? Siyaseti insanların yapıyor olması, onun özünde insani bir şey olduğu anlamına gelmiyor. Siyaseti gücü yönetme sanatı olarak görenlerin, kendi başlarına bırakıldıklarında insanlığa huzur ve mutluluktan ziyade yıkım ve gözyaşı getirdiğini defalarca gördük. Farabi’nin ifadesiyle siyasete “medeni” bir boyut katılmadığında ortaya çıkan şey ancak bir siyaset parodisi olabilir.
Siyasetin bu “medeni” anlamı Yunanların “politika” tanımında da mündemiç: Politika, polis’le, yani şehirle, medineyle ilgili demek. Dolayısıyla medeniyetle de yakından irtibatlı bir kelime. Klasik düşüncede şehir kitlelerin yığın halinde yaşadığı yer demek değil. Şehir (medine), birlikte yaşamanın artı değerini kültüre, sanata, düşünceye, şiire, felsefeye, refaha, düzene, güvene tahvil edebildiğimiz yer demek. Siyasetin bu medeni ve şehirli anlamı Türk siyasetinin neresinde acaba?
Türkiye’de her siyasi gerilimin sivil siyasetin acziyetiyle doğrusal bir orantıya sahip olması, bizdeki siyasi kültürün temel çıkmazlarından biridir. Yakın tarihimizdeki bütün büyük siyasi çatışmalar, kimin gücü ve şiddeti ne kadar ve nasıl kullanabileceği üzerinden oldu. Çok kabaca sivil-asker ilişkisi diye tasvir ettiğimiz bu sorun, aslında güce yüklediğimiz anlamla doğrudan ilgili. Gücün ne olduğu, meşruiyetinin sınırları ve şiddetle olan ilişkisi, sivillerin ne kadar şehirli/medeni olduğunun da bir sınavı. Cumhurbaşkanlığı etrafında yapılan tartışmanın sürekli rejim krizi, kırmızı çizgiler, “asker ne der?”, “gerginliğin önü alınamaz”, “eşinin başörtülü olmasına izin vermeyiz”, vs. söylemleri üzerinden yürütülüyor olması, siyaset ile güç/şiddet arasında hala sağlıklı bir ilişki kuramadığımızı gösteriyor. Hatta bir noktada muhalefetin ideolojisine ve askerin silahına karşı “millet silahını” göstermek dahi sorunu çözmüyor, derinleştiriyor.
Türkiye’de sivil (olması beklenen) siyaset ne zaman tokat yese, siyaseti şehirli/medeni bir eylem kılma çabamız darbe yedi ve geriledi. Sivil siyasete olan inanç ve güven her sarsıldığında, vesayet yönetimleri mevzi kazandı. Siyasetin demokrasi ve meclis gibi temsil araçlarının kaba güç ve şiddet karşısında ezildiğini, horlandığını, aşağılandığını gören insanlar çareyi adı konulmamış bir nihilizmde aradılar: Eğer siyaset son tahlilde kimin kaba gücü arkasına alabileceği oyunu ise, o zaman biz zaten baştan kaybetmişiz demektir. Derin siyaset bildiğini okumaya devam etsin. Sahnedeki aktörler bu tanımları kabul ederek siyaset yapsınlar.
Bir siyasi kültürü çökerten şey herhalde seçime katılım oranı yahut bürokratik engeller değil, insanların siyasete olan inanç ve güvenlerini yitirmesidir. Türk siyasi kültürünün bu manada büyük bir tamir ve inşa programına ihtiyacı var. Önümüzde iki kritik seçim var. Bu süreçte sivil, asker, siyasetçi, iş adamı, gazeteci, Türkiye’deki bütün aktörler, bu inanç ve güven denkleminin neresinde olduklarını gösterecekler. Hükümet ve muhalefet sorumsuz bir siyasi güç kavgasına girdiği müddetçe bizim gibi sıradan insanlar bu oyunu izleyecek ve sonuçta “yoktur bu savaşta galip” diyerek Türkiye siyasetinin normalleşmesini bir kaç nesil daha erteleyecektir.
Siyasetten Ümit Kesilirse...
Sivil siyasetten umudunu kesen insanların başında Yunan düşüncesinin büyük bilgesi Eflatun geliyor. Eflatun’un hikayesinde, bütün siyasi kültürler için önemli dersler var. Eflatun’un sivil siyasetten umudunu kesmesine neden olan iki büyük hadiseyi hatırlayın. Birincisi Eflatun’un Syracuse’a gidip kral II. Dionysius’u eğitmeye çalışmasıydı. Eflatun iktidar sahibi bir yöneticiyi, hem akıl hem de vicdan sahibi kılacak, bilge-yönetici idealine ulaşacak ve böylece bir iç savaşı önleyecekti. Rölativizmin her türüne savaş açmış olan Eflatun, kelimenin tam manasıyla bir “mutlakçı” idi ve Syracuse’deki siyasi girişimi basit bir “danışmanlık” göreviyle sınırlı kalamazdı. Syracuse’e iki defa giden Eflatun, düşüncelerinin siyasi testten geçeceğine inanmış olmalıydı. Bu manada Eflatun’un yapmaya çalıştığı şey aslında bir devrimdi. Sadece düşünsel bir devrim değil; aynı zamanda siyasi bir devrim. (Eflatun, Syracuse tecrübesini Yedinci Mektub adlı eserinde canlı bir şekilde tasvir eder).
Fakat siyasetin hiç tahmin etmediği gerçekleriyle yüz yüze gelen Eflatun kısa sürede şunu anladı: İdeal siyasete giden kestirme bir yol yok. Tıpkı ahlaki iyi ve doğru gibi, anlamlı bir siyaset kültürü de ancak sabırla, metanetle, özveriyle inşa edilebilir. Dahası bir yüksek siyaset, sadece erdemli insanlarla kurulup yaşatılamaz. Erdemli olsun olmasın, bireyleri aşan bir takim ilkelere, değerlere, kurallara ihtiyaç vardır. Bilge-kral figürü, sistem içinde önemli bir unsurdur; ama sistemin kendisi olamaz. (Bunun neden olamayacağını yaklaşık 13 asır sonra Farabi açıklayacaktır). Dolayısıyla erdemli bir toplum düzenine ulaşmak için sadece erdemli bireylerin var olması yeterli değildir. Sistemin de erdemli ve ahlaklı olması gerekir.
Eflatun’un sivil siyasetten (ve kimilerine göre demokrasiden) umudunu kesmesine neden olan ikinci önemli hadise, hocası, yol arkadaşı ve mürşidi Sokrat’ın, Eflatun’un Syracuse tecrübesinden çok önce, Yunan demokrasisi tarafından idama mahkum edilmesidir (MÖ 399). Eflatun burada da beşeri siyasetin karanlık yüzüyle karşı karşıya gelir: Sokrat gibi bir bilge aşılabiliyorsa, o zaman ne toplumun, ne devletin, ne de siyasetin bir anlamı vardır. Bunların hepsini toplasanız bir Sokrat eder mi? Dolayısıyla çoğunluğun kanaatine güvenilemez. Zaten çoğunluk, kitleler, halk her zaman her tür etkiye açık değil midir? Dün Sofistlerin etkisinde kalan çoğunluk, bugün Hitler’in, Stalin’in ve giderek tüketim kültürünün, reklamcılığın, küresel kapitalizmin, bireyciliğin etkisinde kalmıyor mu?
Sokrat’ın öldürülmesinden Eflatun’un çıkarttığı ders, bir tür aydınlanmış nihilizmdi. Zira Sokrat’ın yargılanmasından ve idam edilmesinden sonra Eflatun İdealar dünyasının da ötesine gidecek, bir daha açılmamak üzere kendi içine kapanacaktır. Fakat aynı hadise bugün bize de şunu söylüyor: Temel akli ve vicdani değerleri özümsememiş bir çoğunluk, kendi başına sağlıklı bir demokrasi için yeterli midir? Demokrasi ve özgürlüklerin alanını genişletirken aynı zamanda kitleleri yıkıcı, faşizan, baskıcı, ötekileştirici ideolojilerin etkisinden korumak için ne yapmalıyız?
Bu soruların kimilerimizi derinden rahatsız ettiğini biliyorum. Zira bu sorular kendi içinde çok tehlikeli düşünceleri de barındırıyor. Kimilerine göre bu söylediğim adı konulmamış bir toplum mühendisliği projesi. Heidegger gibi düşünürler bile bu tür fikirlerin etkisiyle Nazilere destek vermedi mi? Sağ muhafazakar hareketlerin devletçi, birey karşıtı, özgürlükleri kısıtlayan siyasetleri benzer kaygılardan beslenmiyor mu?
Değer-Siyaset Dengesi
Bu sorular çağdaş siyasetin en temel çelişkisine işaret ediyor: Baskıcı yöntem ve yönetimlere kapı aralamadan değerlere dayalı bir siyasi sistemi nasıl kurabiliriz? Özgürlükleri garanti altına alan ama temel insani değerlerden de taviz vermeyen bir siyasi-sosyal sistem sadece bireylerin vicdanı ve tercihleri (liberalizm) yahut kamusal ve kollektif tedbirler (muhafazakarlık) ile inşa edilebilir mi? Her iki çözüm önerisinin de bizi pek çok çıkmazın eşiğine getirdiğini gördük, görüyoruz. “Üçüncü yol” arayışları hep bu çıkmazı aşmaya dönük girişimler olarak ortaya çıktılar.
Türkiye siyasetinin bundan sonraki istikameti, liberalizm-muhafazakarlık rekabetinin ötesinde değerle sistem, ilkeyle siyaset, erdemle özgürlük arasında kuracağı ilişkiye göre belirlenecek. Türkiye’nin 1950’den beri geliştirmeye çalıştığı çok partili siyaset bizi bu ideale ne kadar yaklaştırdı diye sorduğunuzda cevabın çok ümitvar olmadığını görüyorsunuz. Çünkü sivil kimlikli siyasi aktörler değerlerle sistem arasındaki ilişkinin yine ancak erdemli insanlar tarafından kurulabileceği gerçeğini çoğunlukla göz ardı ettiler. Türk siyasetindeki her normalleşme teşebbüsünün çeşitli gerekçelerle akamete uğraması sistem kadar aktörlerin de zafiyet içinde olduğunu gösteriyor.
Farabi bu denklemin farkında olduğu için değer adına gücü, güç adına değeri feda edemeyiz demişti. Üstelik bunu derken Farabi Eflatun’dan daha karmaşık, çok katmanlı ve geniş bir siyasi düzen içinde olduğunun farkındaydı. Bu manada Eflatun’dan bugüne gelebilmek için Farabi’ye uğramak şarttır. Çünkü Eflatun’un Yunan şehir-devletleri ölçeğinde geliştirdiği siyaset düşüncesini çok kültürlü, çok dinli ve kozmopolit imparatorluk ölçeğine taşıyan kişi Farabi olmuştur. Farabi’yi okumadan değer-sistem ilişkisini sağlıklı bir şekilde kuramayız. Türkiye’deki güncel siyasetin köklü bir Farabi okumasına şiddetle ihtiyacı var.
Çünkü Türkiye’de siyasetin aklı, milletin vicdaninin hep gerisinde oldu. Türk siyasi aklının bir tezahürü olan Türk siyasi dili tehdit, korkutma, sindirme ve zan altında bırakma alışkanlıklarından kurtulamadığı için siyasetin sivil niteliğini her tür müdahaleye açık hale getirdi. Üstelik bunu sadece siyasi rakiplerine değil, halka karşı da yaptı ve yapıyor. “Ne pahasına olursa olsun” diye başlayan konuşmalar, sonuçta hem akıldan hem de vicdandan uzak bir siyasetin doğmasına neden oldu. Cumhurbaşkanlığı konusunda yaptığımız tartışma, vicdani akletmenin Türk siyasetinden ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. İlkeyle güç arasında sağlıklı bir ilişki kuramayan Türk siyaseti Cumhurbaşkanlığı seçimini de benzer bir psikolojiyle yapacak. Mayıs ayında yeni Cumhurbaşkanımıza kavuştuk diyelim. 2007 genel seçimleri sizce çok farklı bir denklemde mi yapılacak?