Eksen kayması tartışmalarına yol açan, Türkiye’nin Batı ittifakından uzaklaşması değil, ittifakın içinde kendisine daha etkin bir rol bulma çabasıdır.
NATO Lizbon zirvesi ardından Türkiye’de tartışmalar her ne kadar Füze Kalkanının teknik detaylarına kilitlenmiş olsa da, zirveden çıkan yeni stratejik konsept, önümüzdeki dönemde dünya düzenin parametrelerini ortaya koyması bakımdan çok daha önemli. Soğuk Savaş sonrasında NATO'nun varlığının sorgulanmaya başlaması ile birlikte stratejik konsept belgeleri ile yeniden kurgulanan NATO bugün ilk kurulduğu günden çok farklı bir noktada. Bu nedenle ittifakın kesintisiz bir şekilde varlığını sürdürmüş olmasına bakarak kuruluş dönemindeki ortamla bugün üzerine kıyaslamalar yapmak doğru değil. Bununla birlikte bütün bu savunma ittifakı tanımlamalarının ötesine geçerek, NATO’yu askeri, ekonomik ve siyasi anlamda bir bütünleştirme aracı olarak görürsek işte o zaman II. Dünya Savaşı sonrasında da bugün de ABD tarafından aynı amaç doğrultusunda kullanılmaya çalıştığını söyleyebiliriz.
II. Dünya Savaşı’nın ardından yaratılan iki kutuplu dünya ve komünizm tehdidi Batılı ülkeleri bir ittifak çatısı altında bir araya gelmeye ikna etmiş, ittifak beraberinde kapitalist sistemin sağlıklı işleyeceği bir blok yaratmıştır. Komünizmi sınırları içine hapsetmek için kullanılan ittifaklar sistemi aslında daha çok bu sınırların dışında kalan ülkeleri dönüştürme işlevi görmüşlerdir. Elbette Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ile ABD arasında rekabet gerçektir. Bununla birlikte Sovyetler Birliği’nin izlediği politikaya, sahip olduğu askeri güce bakarak o dönemde ABD’den daha saldırgan veya tehditkâr olduğunu söylenemez. Nitekim dönemin belgelerine de bakıldığında Sovyetlerin saldırma ihtimalinin çok düşük olduğunun Amerikan yönetimi tarafından da bilindiği görülmektedir. Bununla birlikte yaratılan bu paranoya ABD’nin dünyaya istediği şekilde yön vermesinde fazlasıyla işine yaramıştır.
Batı İttifakının Yeni Sendromu: İran Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte ilk anda ortaya çıkan ortam ABD’ye büyük bir güven vermiş olsa da Washington çok geçmeden dünyanın tek kutuplu kalmayacağı gerçeği ile yüzleşmek zorunda kalmıştır. Bu yeni düzende II. Dünya Savaşı’nın sonundaki ekonomik gücüne sahip olmayan ABD, yeni ekonomik rakiplerle ve bölgesel çatışmaların ortaya çıkardığı güçlerle karşı karşıya kalmıştır. Küresel ekonominin işleyişinde kontrolü kaybetmeye başlayan ABD daha sert askeri politikalara sığınırken, dünyaya çeki düzen verme gayesi yeni tehditler bulma ihtiyacı doğurmuştur. Kitle imha silahlarından, bölgesel çatışmalara kadar bu tehditler ilk önce ABD’nin ulusal strateji belgelerinde daha sonra 1999’daki NATO konsept belgesinde tanımlanmışlardır. Her ne kadar küresel barışın tehdit altında olduğundan bahsedilse de sorun aslında ABD’nin sürdürmeyi arzu ettiği küresel düzene direnç gösterme gücüne sahip devletlerin ortaya çıkmış olmasıdır. Üstelik bu tehdit karşısında Batı ittifakının Soğuk Savaş döneminde gösterdiği dayanışma da kan kaybetmektedir. Bu noktada ABD, komünizm-Sovyetler Birliği ikilisinin kendisine sağladığı fırsatlar dünyasını kitle imha silahları-serseri devletler ikilisi ile yeniden yaratma peşine düşmüştür.
ABD’ye düşman ve dünya güvenliğini hedef alan “serseri” devletler olarak tanımlanan bu devletlerin başında ise İran gelmektedir. Bugün ABD’nin İran tehdidini bu kadar büyütmesinin arkasında yeni bir Sovyetler Birliği sendromu yaratma tutkusu yatmaktadır. Kitle imha silahlarına sahip bunca ülke varken İran üzerinden bu tehdidin somutlaştırılmasının nedeni öncelikle ülkenin İslami kimliğidir. İran bir yandan rejim ihraç edebilecek bir tehdit olarak sunulabilirken öte yandan yaratılan İslami terör korkusu bu çerçeveye oturtulabilmektedir. Ayrıca Ortadoğu gibi güç rekabetinin çok olduğu bir bölgeye düzen verme gayesinde olan ABD’nin İran gibi bölgede nüfuz sahibi bir ülke üzerinden söz söylemesi yeni rakiplere daha somut bir gözdağı verecektir. Elbette Soğuk Savaş’taki Sovyet-Amerikan rekabetinde olduğu gibi bugün de İran-ABD’nin çatışan çıkarları söz konusudur. Ancak burada, en azından bugün için, küresel bir tehditten söz etmek mümkün değildir. Bunun yanı sıra dünya barışı açısından bakıldığında ABD’nin İran’ı tehdidi, İran’ın ABD’yi tehdidinden çok daha fazladır. Dolayısıyla bugün NATO’yu bir tehdit olarak görmediğini söyleyen, elindeki mevcut füzeleri Orta Avrupa’ya kadar bile ulaşamayan İran’a karşı 28 NATO üyesinin bir araya gelerek bir savunma sistemi kurmalarını üye ülkelerinin topraklarını savunmak olarak görmek çok naif bir yaklaşım olur.
Türkiye Kimin Yanında? Türkiye’nin izlemekte olduğu politikayı tüm bu resme bakarak yorumlamak gerekir. Bugün Türkiye, kendisine yeniden biçilmek istenen cephe ülkesi rolünü taşımak istememektedir. İran adının zikredilmemesi yönünde gösterdiği çaba aslında İran’la ilişkileri koruma arzusu kadar, yaratılmak istenen bu kutuplaşmaya direnç göstermesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü açıkça böyle bir cepheleşmenin tarafı olmak Türkiye gibi küresel bir rol oynama çabasında olan bir ülkeyi eski kısır döngülerin içine hapsedecektir. Türkiye’nin izlediği politika Batı ittifakı içinde alan yaratarak büyüme gayretidir. Eksen kayması tartışmalara yol açan, Türkiye’nin aslında Batı ittifakından uzaklaşması değil, ittifakın içinde kendisine daha etkin bir rol bulma ve çözüm alternatifleri üretme çabasıdır. Aksi takdirde Türkiye’nin genel anlamda NATO tarafından tanımlanan küresel tehditlerden muaf olduğu düşünülemez. Uluslararası terörden, nükleer silahlara kadar Türkiye’nin tehdit algılaması Batı ittifakı ile örtüşmektedir. Bununla birlikte Türkiye bu tehditler karşında bir siyaset belirlenecekse burada söz sahibi olma arzusundadır. Dolayısıyla Ankara’nın füze kalkanı konusunda bir yandan ittifaka destek vererek “yanınızdayım” demesini, öte yandan bu konuda ince eleyip sık dokuyarak izlemekte olduğu mevcut dış politikayı koruma ısrarını, taşların yerinden oynadığı küresel düzen içinde ayaklarını yere sağlam basma çabası olarak görmek gerekir.
Sabah , 27 Kasım 2010