Türkiye, Gülen’e ve onun rehberliğindeki oluşuma yabancı değil. 1980’lerde bir dini cemaat, 1990’larda bir sivil toplum hareketi, 2000’lerde de devlet bürokrasisi içinde örgütlenen‘kayıt-dışı’ bir güç odağı olarak kamuoyunda yer buldu. Her dönemde bir yüzüyle daha fazla görünür olsa da Gülen ilk günden itibaren bu üç alanda da faaliyet yürüttü.
Siyasetin topluma, devletin siyasete açık olmadığı soğuk savaş koşullarında Gülen yola çıktığında, her üç alandaki faaliyetin de işlevsel bir hedefi bulunuyordu. Dini söylem, kendisinin de içinde yer aldığı nurcu hareketlerin temel karakteristiği olan toplumu dinle tanıştırma, imanlı bir nesil yetiştirme amacına matuftu. Sivil toplum faaliyetleri, bütün dini yapıların özel önem atfettiği İslami dayanışma ve İslami bir toplumun tohumlarını ekmeyi amaçlıyordu. Bürokraside örgütlenme, hem bu iki alandaki faaliyetleri korunaklı kılma hem de demokratik olmayan sistemlerde rejimi üstten değiştirmenin ihmal edilmeyen bir yöntemiydi.
Soğuk savaş sona erip vesayet sistemi krize girince, İslami oluşumların kahir ekseriyeti, bir yandan dini ve sivil faaliyetlerine ağırlık verirken, devlete sızma stratejilerini demokratik siyasal mücadeleye aktif olarak katılma lehine terk ettiler. Bu faaliyetler 2000’lerin başında sonuç verdi ve AK Parti tek başına iktidara geldi. AK Parti iktidarında, devlet dinle barıştı, sivil toplumun siyasete nüfuz etmesine paralel olarak siyaset de rejime ve devlete nüfuz etmeye başladı. Bu değişiklik, İslami oluşumların 1990’ların başında gündemine aldığı strateji değişikliğini kaçınılmaz kıldı. Dini ve sivil faaliyetlerin önü olabildiğince açıldıkça devlete sızarak üstten siyasal sistemi değiştirme stratejisi anakronik hale geldiği gibi siyasal sistemin demokratikleşmesini de engellemeye başladı.
Kamuoyunun ve AK Parti iktidarının odaklandığı vesayetle mücadele sürecine verdikleri destekle Gülen ve takipçileri, siyasal sistemin kılcal damarlarına girmeyi başararak bürokraside vesayetçi aktörlerin kurduğu sistemden daha işler bir kapalı sistem kurmayı başardı. 2010 yılına gelindiğinde, bir yandan emniyet, yargı, medya ve iş dünyasında edindikleri nüfuza güvenerek, bir yandan da ulusal, bölgesel ve küresel aktörlerin ‘Erdoğan’sız AK Parti’ projesine yaslanarak harekete geçmeye başladı. Gerçekleştirdikleri birçok operasyonla, siyasal gündemi belirlemeye, seçilmiş hükümete siyaset dayatmaya başladılar.
7 Şubat ve 17 Aralık süreçleri, Gülen ve takipçilerinin kayıt dışı bir siyaset odağı olduğunu, bürokrasi içinde ‘otonom’ bir yapı kurarak bağımsız hareket ettiğini, mensup oldukları yapının öncelikleri ve hedefleri çerçevesinde yasadışına çıkarak ülkenin nüfuzlu birçok kesimini dinlediğini, devletin mahrem görüşmelerini kaydedip sızdırdığını ve en nihayetinde seçilmiş hükümete darbe teşebbüsünde bulunmaya cüret edebildiğini gösterdi.
7 Şubat da 17 Aralık da, Gülen ve takipçilerinin, değişen koşulları hesaba katıp demokratik siyaseti merkeze alan bir strateji benimsemek yerine, yarım asra yakın bir süre boyunca bürokraside biriktirdikleri güç üzerinden soğuk savaş döneminde benimsedikleri strateji çerçevesinde devleti, siyaseti ve toplumu dönüştürme hedefinde ısrar etmeyi tercih etmeleri dolayısıyla gerçekleşti. Bu anakronik ve anti-demokratik tercih, bir yandan siyasal sistemi ciddi bir krizle yüz yüze bırakırken, Gülen ve takipçilerini de rutin dışına çıkmaya yönelttiği ölçüde demokratik sistem karşısında ciddi bir tehdit haline getirdi.
Böylece, dini ve sivil hizmetlerle haklı bir sempati kazanan Gülen ve takipçileri, toplumun, siyasetin ve devletin geçirdiği dönüşüme direnip kayıt-dışı bürokratik bir iktidar odağı olmakta ısrar ederek sonu Çağlayan Adliyesi’ne çıkan bir serüvene davetiye çıkardılar.
[Akşam, 29 Temmuz 2014]