Today’s Zaman gazetesi yazarı İhsan Yılmaz, twitter üzerinden 25 Ocak tarihinde gönderdiği bir mesajda, Fethullah Gülen’in “yılan babası olmak istemedim” diyerek evlenmediğini yazdı. Bir insanın evlenmemesini, çoluk-çoluk sahibi olanları bu derecede ürkütecek bir ifadeyle dile getirmesi elbette ki bir sorun. Dolayısıyla Gülen’in, bir arkadaşının da Peygamber’i rüyasında görerek “Evlendiği gün ölür; cenazesine de gitmem!” dediğini belirtmesiyle açıkladığı evlenmemesini ve çocuk sahibi olmamasını meşrulaştırmaktan öte anlamları da olan bir ifade bu. Ancak sorunun büyüğü şu ki sözkonusu cümle, eğer takipçilerinin iddia ettiği gibi, Gülen’in manevi anlamda bir ‘irşat’ vazifesi varsa, ondan nasiplenenleri de içerecek bir anlama sahip. Hayli kaba bir genelleştirmeye başvurulursa, ‘evlad-ı Fatihan’, ‘Hacı Bektaş evladı’, ‘Pir Sultan evladı’ gibi ifadelerde veya sufi gelenekte anlamlı bir yeri olan ‘dede’ veya ‘baba’ gibi unvanlarda görüleceği üzere, bir ‘ocak’tan veya ‘tekke’den nasiplenenler o ‘ocak’ veya ‘tekke’nin evladı sayarlar. Dolayısıyla, eğer Gülen’in ‘irşat’ vazifesi varsa, evet eğer gerçekten varsa, onu ‘mürşit’ kabul edenler, bir anlamda, onun ‘evladı’ sayılır. Dolayısıyla gerçekten irşat vazifesi olan birisinden “yılan babası olmak istemedim” sözünü işitmek, çok daha ürkütücü bir durum.
Ancak Gülen’in bu türden dikkatsizce ediverdiği, daha evvelki bir yazıda belirttiğim üzere, edebiyat yaptığını zannederek metonomik ifadelere kolaylıkla başvuruverdiği birçok örnek gösterilebilir: Cebrail’i tanımadığını söylemesi; (ağzından bir daha duyarsak imanından şüphe etmemizi gerektirecek) kendi cemaatlerinin “izafi Hu” olduğunu iddia etmesi; Meryem suresini tefsir ederken tasavvufi gelenekte yeri olan bazı ifadeleri anlamadığını gösterecek bir hal sergileyerek, popüler algıda Hz. İsa’nın Hz. Muhammed’in ‘oğlu’ olduğu anlayışını doğuracak bir yorumda bulunması; bir yandan İmam Rabbani, Şeyh Sibgatullah, Abdulkadir Geylani, Muhammed Küfrevi gibi zatlardan bahisle “Büyük insan yetimi bir nesiliz biz. Görmedik böyle insanlar” diyerek böyle büyük zatlardan nasiplenemediğini ifade ederken, diğer yandan artık ‘ferdiyet’ devri kapandığı için o büyük zatların bugün yaşamaları halinde ‘ferdiyet’in değil ‘cemaat’in hizmetinde olacaklarını dile getirmesi ve takipçilerine nasiplenecek hiçbir mecra bırakmaması; Hallac-ı Mansur, Sühreverdi, İmam Rabbani, Abdülkadir Geylani, Bediüzzaman gibi zatların “Zat-ı Bâri”yi (kendinden geçmiş; kendini bilemeyecek kadar garkolmuş; sarhoşluk haline kapılmış anlamında) “müstağraka olarak” yaşadıklarını söyleyerek, kendilerinin ‘ayık’ bir halde yaşadığını, dolayısıyla hakiki nasiplenecek yerin kendisi olduğunu ima etmesi; buna rağmen tasavvufla arasına mesafe koymuş olan Said Nursi’den tasavvufi bir tabirle (pirlerin en büyüğü; gerçek aşık; hak şarabının dağıtıcısı anlamlarına gelen) “pir-i mugan” diye bahsetmesi, bolca gösterilebilecek örneklerin ilk akla gelenlerinden. Bütün bu karışık ifadeler, denebilirse, kendisi ‘evlad’ olamamış, kendi ifadesiyle ‘yetim’ birisinin sıkıntılarının bir tezahürü. Ancak soru şu: bir yandan kendi ‘yetim’liğinin farkında olurken diğer yandan sanki birilerinden ‘el’ almış gibi başkalarını ‘irşad’a nasıl yö