Türkiye’nin de içinde bulunduğu gelişmekte olan ülkeler için ekonominin en önemli sorunlarından biri faiz ödemeleri olmuştur. Bu bağlamda, Türkiye’de 2002 öncesindeki yıllarda artan borçlar, gelirin önemli bir kısmının borç faiz ödemelerine aktarılmasını, faizler arttıkça yükselen bütçe açıkları döngüsünü ve bunun tetiklediği ekonomik ve siyasi istikrarsızlığı beraberinde getirmiştir. 1994 ve 2001 krizleri ile 19 IMF stand-by anlaşmasının arkasında yatan en önemli nedenlerden biri de, bu doğrultuda yüksek faizler olmuştur.
Genel itibariyle ele alındığında ise, yüksek faiz oranlarının, bir yandan yüksek maliyetlerin sebep olduğu talep düşüşüne, diğer taraftan da büyük projelerin ve altyapı yatırımlarının ertelenebilmesine ve yapısal sorunlara sebep olduğu düşünüldüğünde, faizin ekonomide meydana getirdiği tahribatın önemli seviyelerde olabileceğini anlamak zor değildir. Bu nedenle faizlerin yükselmesi sonucu ülkeye giren sermaye aracılığıyla kısa dönemde elde edilen kazanımları, yüksek faiz dolayısıyla gerçekleşmeyen ya da azalan yatırımlar ve ekonomide çözülemeyen yapısal problemlerin yüklediği maliyetle karşılaştırılmak anlamlıdır. Aslında, Türkiye 2023 hedeflerine ulaşmaya çalışan bir ülke olarak, önümüzdeki yıllarda, orta gelir tuzağında patinaj yapmaya başlayan bir ülke mi, yoksa düşük faizin de desteklediği bir ortamda yüksek büyüme oranlarını gerçekleştirerek bu tuzağa takılmadan bir üst sınıfa ulaşmış bir ülke mi olacaktır? İşte bu soruyu sormanın tam vaktidir.