“Gülen Hareketi’nin hükümete ilişkin hoşnutsuzluğunun birinci nedeni İsrail’le olan sorunlu ilişkileri. Gülen Hareketi Türkiye’nin İsrail’le çatışma içinde olmaması gerektiği kanaatinde. Zira, Gülen Hareketi, İsrail’le olan çatışmanın Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırdığını, İran, Rusya ve Ortadoğu’ya yakınlaştırdığını düşünüyor.”
Bu satırlar Today’s Zaman gazetesinde, 17 Aralık Operasyonu’ndan birkaç hafta önce, Cemaat’in önde gelen medya yüzlerinden birinin köşe yazısında karşımıza çıktı. Bu ve benzeri ifadelerle Cemaat’in kendisini uluslararası camia nezdinde nasıl konumlandırmak istediği artık herkesin malumu. “One Minute” olayı ve İsrail’in Mavi Marmara Katliamı sonrasında Cemaat, dünyaya açık ve net bir mesaj verdi: “AK Parti, İsrail’le çatışırsa bizim yerimiz İsrail’in yanıdır. Zira, İsrail’le çatışmak, Batı’yla çatışmak ve Ortadoğululaşmak anlamına gelir.”
Bu okuma biçimi, Cemaati yöneten eski Türkiye’nin bürokratik aklının bir ürünü. Bu akıl, Türkiye’yi egemen dünya düzeninin küçük, durağan ve hesaplanabilir bir üyesi olarak gördü. Cemaat, Türkiye’nin büyümesinden, bölgesinde inisiyatif üstlenmesinden, dış politikada riskler almasından ve ABD hattına tam bağımlı bir politika izlememesinden rahatsızlık duydu. Cemaat, Türkiye’nin büyümesini hiçbir zaman istemedi. Türkiye’nin büyümesi demek, Cemaati de içermek demekti zira. Oysa Cemaat’in kurgusu Türkiye’yi içermekti. Cemaat’in içinde etkin olduğu küçük bir Türkiye, Cemaat’in hegemonyasını ve uluslararası bağlantılarını sorgulayabilecek bir Türkiye’ye tercih edildi.
Bütün dünyada organize olan, büyüyen, ABD’ye, Brüksel’e etki ettiğine inanan ve günün birinde uluslararası yegane güce dönüşeceğine inanan Mesiyanik ruh hali Cemaat liderliğini kuşattı. Kendisine abartılı bir güç atfetti.
Ne var ki Cemaat bütün bunları yaparken, eski Türkiye’nin bürokratik aklıyla hareket etti. Kendince eski Türkiye’yle mücadele ettiğini söylerken, onun araçlarını birebir kopyaladı. Aynı bürokratik aygıtları yeniden üretti. Türkiye toplumunu, devletini, siyasetini, ekonomisini, dış politikasını geleneksel Türk bürokratlarının modernleşme perspektifiyle okumaya çalıştı. Güvenlikleştirici dilin esaretinden hiç çıkamadı.
Eski Türkiye’nin bürokratik aklına sirayet eden ve Cemaat’in birebir içselleştirdiği “modernleşme zihniyeti” toplumu uyum içerisindeki parçalardan müteşekkil gördü. Kelimenin tam anlamıyla toplumdaki farklılıkları sorun addetti. Eğitimin başlıca amacının birey değil, “makbul vatandaş” yetiştirmek olduğunu öne sürdü. Makbul vatandaşın Cemaat’teki karşılığını bulmayı size bırakıyorum.
Eski Türkiye’nin bürokratik aklına Cumhuriyet Jakobenizmi yanında 1945 sonrasında gün yüzüne çıkan Amerikan modernleşme paradigması da etki etti. Modernleşmenin kurucu öznesinin Batı olduğuna, onun da liderinin ABD olduğuna inanıldı. Modernleşmek için Amerika’nın modellenmesi gerektiği düşünüldü. Dünyada 3 tür toplum olduğu varsayıldı: Modern, Geleneksel ve Geçiş Aşamasındaki Toplum. Modernleşme literatüründe İsrail’e verilen olumlu referanslar ve bunun uzun vadede Türk siyasal kültürü içerisinde bir İsrail mitinin üretimine etkisi bir diğer önemli husus. Batı dışı toplumların modernleşmesi için gelenekten kaynaklanan bünyevi zaaflarının giderilmesi, bunun için içsel tasfiye ve dışsal müdahale süreçlerinin işletilmesi gerektiğine inanıldı. Eski Türkiye’nin bürokratik aklına şekil veren bir başka temel dayanaksa 1960’ların ikinci yarısından itibaren yaygın bir siyasal pozisyon olarak öne çıkan “sol-Kemalist” yaklaşımdı. Bürokratik oligarşiyi besleyen bu zihniyet siyasetin temel aktörü olarak “siyasetçiler”i değil, “zinde güçler”i gördü.
Cemaat, 2000 sonrasında “eski Türkiye”yle, “bürokratik oligarşi”yle ve “sol-Kemalizm”le mücadele ettiği izlenimiyle performans sergiledi. Oysa Cemaat’in mücadelesi, bir zihniyet mücadelesi değil, dümende kimin yer alacağı mücadelesiydi. Topluma, devlete, siyasete, dış politikaya mücadele ettiğini söylediği bürokratların gözüyle baktı. Amerika’yı “ideal insanlık durumunun temsilcisi” olarak görürken, kendi çıkarlarıyla İsrail çıkarlarını özdeş kabul ederken hiç zorlanmadı. Ve “küçük olsun benim olsun” yaklaşımıyla Türkiye’ye zarar verdi.
[Akşam, 05 Ağustos 2014]