SETA > Yorum |
Akademik Dokunulmazlıkların Kaldırılması

Akademik Dokunulmazlıkların Kaldırılması

Akademik özgürlük ve özerklik söylemiyle yaratılan özerk iktidar alanının denetime açılması ve neticede olması gerektiği adil pozisyona çekilmesi, sadece terörle mücadele ve radikalleşme açısından gerekli olmayıp, milli iradenin tesisi açısından da elzemdir.

Türkiye, uzun süredir, TBMM çatısı altında teröre propaganda ve/veya lojistik desteği veren milletvekillerinin dokunulmazlıklarını tartışıyor. AK Parti’nin dokunulmazlık meselesinde pozisyonu net: Terörle mücadele devam ederken meclis üyelerinin dokunulmazlık zırhının arkasına saklanıp teröre destek olmaları engellenmeli. MHP, AK Parti’yle benzer tavrı paylaşmasına rağmen; siyasi fırsatçılık yapıp araya 17-25 Aralık müdahale girişiminin taşıyıcı unsuru olan davaları da sıkıştırma derdinde. CHP ise bir yandan dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda kamuoyu baskısından çekindiği için sureti haktan görünürken öte yandan terör üzerinden siyaset devşirmeye çalışan pozisyonunu koruyarak maksimalist taleplerle meseleyi sulandırmaya çalışıyor. HDP cephesinde ise değişen bir şey yok; genel geçer tavrı içinde dokunulmazlık konusunda da “barış” sözcüğünün içini boşaltmaya devam ediyor.

AK Parti ve MHP’nin, dokunulmazlıkların kaldırılmasının gerekliliği konusunda uzlaştığı, CHP’nin karşı çıkmaya cesaret edemediği bir siyasi tablo mevcut. Bu tablonun toplumsal ayağına bakıldığında daha kapsayıcı ve net bir milli duruştan söz etmek mümkün. Bu derece yüksek bir toplumsal uzlaşmaya ve onu hayata geçirmek için elverişli bir siyasi ortama rağmen milletvekili dokunulmazlıklarını tartışmaya devam ediyoruz. Türkiye, bu kritik süreci, siyasetin doğasını tahrip etmeden, yasamanın çalışma mantığını bozmadan ve toplumsal talepleri karşılayacak şekilde nihayetlendirip, dokunulmazlıkları kaldırma çabası içinde.

Kaldırılması yönünde bir toplumsal meşruiyetin olduğu milletvekili dokunulmazlıklarını bile bu kadar ince eleyip sık dokurken, lafını dahi etmediğimiz başka dokunulmazlıklar ve dokunduğunuz anda bir kaşık suda fırtınalar kopartacak özerk iktidar alanları var.

AKADEMİK DİN

Akademi bu özerk iktidar alanlarının başında yer alıyor. Gün geçmiyor ki akademisyenler, günümüz dünyasında bilginin sahip olduğu prestijin arkasına sığınarak hukuki, siyasi ve toplumsal meşruiyeti tartışılır eylemlere imza atmasınlar. Bu eylemleri sonucu cezalandırılmalarını bir kenara bırakın, soruşturmaya hatta kamusal eleştiriye tabi tutulmaya bile tahammülleri yok. Hemen zulada bekletilen akademik özgürlük sopasını ortaya çıkartıveriyorlar. Kamuoyunda “akademisyenler bildirisi” olarak bilinen ve PKK terör örgütünün ağzıyla, Türkiye’nin yürüttüğü terörle mücadeleyi suçlayıp, uluslararası kuruluşları müdahaleye çağıran bildiri bunun en güncel örneği. Akademisyenler tarafından her fırsatta eleştirilen siyasetçiler, bu bildiriyi eleştirdiklerinde veya savcılar PKK terör örgütünü kollayan bu bildiriyi hazırlayanlar ve imzalayarak destek verenler hakkında soruşturma açtıklarında, karşı karşıya kaldıkları “akademik özgürlük savunusu” özerk iktidarın sınırlarının genişliğini ve dayanıklılığını göstermek için net bir örnek.

Söz konusu akademi olunca, özerk iktidar alanı adeta bir dine dönüşüyor. Üniversite ise bu dinin mabedi. Hal böyle olunca bu dine mensupların da üniversitede her şeyi yapmaları serbest. Biz faniler için geçerli olan genel ahlak kuralları, insanlar arası ilişkilerde nezaket, çalışma disiplini hatta hukuk normları bu mabedin içerisinde geçerli değil. Üniversitede istediğiniz gibi bağırıp çağırabilir, hususi olması gereken hayatı kamusallaştırabilir, aldığı bir davet üzere konuşma yapmaya gelen misafire yumurta atabilir, şehrin başka yerinde dikkat çekecek bomba yüklü araçları üniversite otoparkında barındırabilir ve hepsinin üzerine “Üniversitede polis istemiyoruz” diyerek cam çerçeve indirebilirsiniz.

ÖZERK İKTİDAR ALANI İÇİNDEYSENİZ HER ŞEY MÜBAH!

Şiddetsever devrimci-sol ideoloji, bu dinin itikat esaslarını oluşturuyor: Devrimci çağdaş, ilerici ve akılcıdır. Şiddet ve zorbalık devrimcinin tekelindedir ve kendisi gibi olmayan herkese kendi meşru şiddet ve zorbalığını uygulamak bir haktan öte vazifedir. Devrimci, ancak şiddeti ve zorbalığı kurumsallaştırıp teröre dönüştürerek kurtuluşa erebilir. Akademisyenler ise bu dinin masun ve masum ruhbanlarıdır; hata yapmazlar ve hesap vermezler, çalışmazlar ama eleştirirler, dokunulmazlar ama dokunurlar. Bu masuniyet ve masumiyet içinde yegane vazifeleri, şiddet dinini yaymaktır; bildiri yazıp PKK terörüne destek çıkarlar, teröre kamusal destek sağlamak için panel düzenlerler, “özgürleştirici şiddet” üzerine teori inşa ederler ve en vahimi, öğrencilerin zihnini terör örgütü tarafından devşirilmek için formatlarlar.

AMFİDEN ÖRGÜTE

Akademik özgürlük ve özerklik söyleminin açtığı alanda faaliyet yeşerten bu yapı, terör örgütleri için kullanışlı ve elverişli bir fikri ve toplumsal atmosfer oluşturmaktadır. Masum ve masun akademisyenler, üniversitelerin sağladığı dokunulmaz mekanda, akademik özgürlük ve özerklik söyleminin şemsiyesi altında, sorunsuzca ve sorumsuzca terör propagandası yapmaktadırlar. Bunun neticesinde üniversiteler, sonu militanlığa uzanan bir radikalleşme yolculuğunun başlangıç noktasına dönüşme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bazı üniversiteler için bu potansiyel tehlikenin somut bir tehdide dönüştüğü ise apaçık ortadadır.

Akademinin gerektirdiği tartışma ortamını, bağnazlığın gerektirdiği dogmalar alınca, radikalleşme kaçınılmazlaşıyor. Anakronik sol zorbalık, öğrencilere yegane ve mutlak doğrular olarak sunuluyor. Kendini, “iyi, doğru ve güzel” ambalajı ile satışa sunulan çağdaşlık, ilericilik ve akılcılığın taşıyıcı konumunda görmeye başlayan üniversiteliler, farklı olanı “kötü, yanlış ve çirkin” olarak kodluyor. Zihinler bu şekilde mekanikleştikten sonra radikalleşmenin evrelerini birbiri ardına geçmek,  bir zamanlama ve pratik meselesi haline geliyor.

İlk aşamada farklı düşünenler, mahalle baskısı ve sembolik şiddetle bastırılıyor. Bir diğer ifadeyle gürültü sözü boğuyor. Sembolik şiddetten fiziksel şiddete geçiş ikinci aşamada yer alıyor; mescit isteyen öğrencilere saldırmak, muhafazakar STK’ların stantlarını devirmek, “kamulaştırma” söylemiyle meşrulaştırılan vandallık ve yağmacılık, farklı düşünen hocaların ofislerinin kapısına çarpı koymak, zorla ders boşaltmak ve kantin işgal etmek… Tüm bu şiddet, kamuoyunun bir kesimi tarafından kutsallaştırılıyor!

“Hendeklerin arkasındaki arkadaşlara” yapılan güzellemeler, şiddet ve yağma eylemlerinden devşirilen devrimci romantizm, hakaret ve küfrü estetize eden mizah, gençlere yaptıklarının yanlış değil övünülecek bir şey olduğunu vaaz ediyor. Son raddede, şiddetin kurumsallaşıp terör boyutuna varması; gündelik hayatta muhafazası imkansızlaşan bir şiddet, dağa çıkarıyor veya yer altına indiriyor.

ÖZERK İKTİDAR ALANLARINA KARŞI MİLLİ İRADE

Türkiye’nin 2002’den beri yaşadığı değişimin önemli boyutlarından birisi de milli iradeye yapılan vurgu. Milli irade sadece sandıktan çıkan sonucun ülkeyi yönetmesi değil; aynı zamanda hiçbir meşruiyet zemini olmayan özerk iktidar alanlarının dağıtılması anlamına da geliyor. Askeri ve sivil bürokrasinin olağan sınırlarına çekilmesi, yüksek mahkemelerin aldıkları kararlarla ülkeyi yönetmesinin engellenmesi, iş adamlarının ve medya patronlarının hükümet yıkıp hükümet kurma alışkanlıklarını terk etmeye zorlanması ve benzeri süreçler, milli iradenin tesisinin farklı boyutları. Akademik özgürlük ve özerklik söylemiyle yaratılan özerk iktidar alanının denetime açılması ve neticede olması gerektiği adil pozisyona çekilmesi, sadece terörle mücadele ve radikalleşme açısından gerekli olmayıp, milli iradenin tesisi açısından da elzemdir.

[Kriter, 1 Mayıs 2016]