Şarkıcı Melek Mosso'nun geçtiğimiz günlerde yaptığı ödül konuşması büyük tepki çekti ve tartışıldı. Oysa Mosso, kendi perspektifinden Türkiye'deki kadın sorununa dikkat çekmeye çalışmıştı. "Bu ödülü yüzyıllardır bu toplumda ötekileştirilen, kıyafetleriyle, kahkahasıyla, kadın olmanın gerektirdiği her şeyle yargılanan, katledilen bütün kadınların ruhlarına armağan olarak alıyorum" ifadelerini kullanmıştı. Ülkenin sanatçılarının toplumsal meselelerle ilgilenmeleri, bunların çözümüne katkıda bulunmaları ve hatta öncülük etmeleri beklenir. Bu nedenle Mosso'nun başta bu toplumun kadınları olmak üzere ülkenin iyiliğini isteyen herkes tarafından desteklenmesi gerekirdi.
Peki neden Mosso'nun konuşmasına tepki gösterildi? Neden toplumda ötekileştirilen ve yargılanan kadınları savunduğunda insanların aklına bu memlekette ideoloji fark etmeksizin tüm kadınları kastettiği ve onların hakları için çalışmaya hazır olduğu gelmedi? Ya da başörtülü kadınların mücadelesini ya da çocukları terör örgütü tarafından dağa kaçırılan annelerin direnişini de savunduğu anlaşılmadı?
Bu soruların cevabı kullanılan dilde gizli. Şarkıcı konuşmasına "Sesimiz hiçbir zaman kısılamayacak. Kimse beni susturamayacak" diyerek kadınların iktidar tarafından baskılandığını ifade ediyordu. Aynı şarkıcı birkaç gün önce iktidarı destekleyen bir kadına ağzı alınmayacak küfürler eden bir diğer kadının söylemlerini destekleyerek toplumdaki kutuplaşmanın ve ötekileştirmenin de temsilcisi olmuştu. Kullanılan dile bakıldığında bu toplumdaki belli bir kesimin haklarının savunulduğu ama toplumun geniş bir bölümünün dışlandığı ve küçümsendiği bir söylemin üretildiği görülüyor.
Benzer şekilde Cannes Film Festivali'ndeki ödül konuşmasına oyuncu Merve Dizdar "yaşadığım coğrafyada kadın olmak" diyerek başlıyordu ve ödülü, "Türkiye'de hak ettiği güzel günleri yaşamayı bekleyen tüm mücadeleci ruhlara" armağan ediyordu. Dizdar'ın bu mesajı, tıpkı Mosso'nunki gibi Anadolu kadınında ya da toplumun genelinde bir karşılık bulmadı. Çünkü toplumun geniş bir bölümü, bu sözlerin kendilerini kapsadığını düşünmedi.
Dil, kültürel hegemonyanın taşıyıcısı olarak kabul edilir. Kelimeler, sesler, görseller bir söylem oluşturur ve ürettiği güçle birlikte bireyler üzerinde tahakküm kurar. Dil sayesinde neyin makbul olup olmadığını, kimin haklı olup olmadığını anlarız. Bir nevi dünyamızı anlamlandırmak için rehber görevi görür.
Kelimeler kaba kuvvete başvurmaz, aksine kendini kabul ettirir. Bu nedenle iktidar mücadelelerinde kültürel hegemonya ve dil önemli bir yer tutar. Özellikle medya, bu hegemonyanın kurulmasında önemli rol oynar. Ekranlardan yansıyan sözcükler daha fazla kişiye ulaşır ve içselleştirilir. Sanatçılar, akademisyenler ve aydınlar bu dilin üreticisi ve taşıyıcısıdır. Toplum bu dili alır ve yeniden üretir.
Bu nedenle Türkiye'de kültürel hegemonya mücadelesi son yıllarda giderek daha yoğun biçimde tartışılmaya başlandı. Bazı sanatçıların ve aydınların sürekli bu "toprakları" ve "coğrafya"yı bütün kötülüklerin müsebbibi olarak göstermesi, kadın hakları ya da insan haklarından öte başka bir gerçeğe işaret ediyor. Burada özgür, hür dünya ile baskıcı, karanlık coğrafyalar ikilemi kurgulanıyor. Batı ve onun taşıdığı tüm değerler ve ideoloji yüceltilirken Doğu'nun taşıdığı değerler ve ideoloji aşağılanıyor. Dolayısıyla neyin makbul olup olmadığı, kadınlar için neyin iyi olup olmadığı bu söylemsel ikilemler açısından değerlendiriliyor.
Seçim kampanyası boyunca muhalefet "Kadınlar karanlığa hapsolacak", "Taliban kuralları uygulanacak", "kadınlar artık sokağa çıkamayacak" söylemlerini kullanarak iktidarı "karanlık, baskıcı" olarak konumlandırmaya çalışmıştı. Bu ve benzeri söylemler çoğunlukla bu "topraklara" ve "coğrafyaya" karşı gibi görünse de aslında bunların çoğunlukla İslam'ı hedef aldığı söylenebilir. Zira bu söyleme göre toplumun büyük bölümü Müslümandır ve İslam'ın değerlerini benimsemiştir. Bu değerler, toplumun aydınlanmasında ve ilerlemesinde büyük engel olarak görülür. Çünkü gerçek ilerleme ancak geleneksel değerlerden arınmış insanın, rasyonel düşünce ve pozitivist metodolojiyle ulaştığı seviyeyle ölçülebilir. İşte Türk aydınları da söylemsel meşruiyetlerini bu ilerlemeci, aydınlanmacı paradigmadan almaktadır.
Kültürel hegemonya kadın hakları meselesi üzerinden üretilen söylemlerle sınırlı değil, bütün toplumsal alanları kuşatan bir kavramdır. Türkiye'de iktidar son yirmi yılda bilim, teknoloji ve uzay alanında büyük atılımlar yaptıkça Türkiye'deki bir kısım aydın bu alanlarda ellerindeki hegemonyayı kaybetme telaşıyla saldırıya geçti. Çünkü bilim ve aydınlanma onlara, ilkellik ve karanlık bu topraklara aitti. Türkiye'nin milli muharip uçağı KAAN'ın ilk parçası üretilip gururla sosyal medyada paylaşıldığında bazı muhalif gazeteciler bunu "kalorifer peteği"ne benzeterek bu tarihi adımı gölgelemeye çalışmıştı. İhracat rekorları kıran ve Türkiye'nin güvenlik stratejisinin önemli bir parçası olan silahlı insansız hava araçları için marketten alınıp yapılabilecek maket uçaklar denilmişti. Bu ve benzeri örnekler çoğaltılabilir ancak söylemlerde her zaman tutarlılık olduğu görülecektir.
Bu tartışmalar ışığında sanatçıların ödül konuşmalarında verdikleri mesajların ya da gazetecilerin benzer ezberlerle ürettiği söylemlerin toplumda tartışılması ve meşruiyetinin sorgulanması Türkiye'de kültürel hegemonyanın da tartışılmasına fırsat tanıması açısından olumlu değerlendirilebilir. Çünkü kendi toplumunun değerlerini içselleştirmemiş her söylem bu toplumda her zaman sorunlu olarak algılanacaktır. Böyle bir söylemsel çatışma, Türkiye'nin gerçek meselelerinin müzakere yoluyla çözülmesi önünde de büyük bir engel teşkil etmektedir. Günümüzde halen kadın hakları ve insan hakları konusunda yapılması gereken çok şey vardır ve bu kısır tartışmalar, toplumun dikkatini ve enerjisini yanlış yere yönlendirmesi nedeniyle Türkiye'nin zamanını çalmaktan başka işe yaramamaktadır. İdeolojileri ve inançları fark etmeksizin Türkiye'deki bütün bireyleri kapsayıp onların hakları için mücadele üretildiğinde, bu ödül konuşmaları tüm toplum tarafından ayakta alkışlanacaktır.
[Sabah, 10 Haziran 2023].