Üniversite sıralarında ilk duyduğum şeydi: “Bir nehirde iki kez yıkanılmaz.” Heraklitos’un mesajının net olduğu söylenmişti bize: Değişim kaçınılmazdır, şu doğada “değişmeyen tek şey değişmek”tir. Hâl böyle olsa da, toplumsal ve siyasal alanlara gelince durum çok daha karmaşıklaşıyor. O kaçınılmaz olan değişim, meşrulaştırılması, yönetilmesi ve hatta yer yer gizlenmesi gereken sancılı bir sürece dönüşüyor.
Türkiye siyaset sahnesinde değişim meselesi iki düzlemde karşımıza çıkar: Birincisi yapısal düzlemde, ikincisi ise aktörler düzleminde. Yapısal düzlemde değişimin tebellür ettiği başlıca alan siyasal merkezin alanıdır ve on dokuzuncu yüzyıl Batılılaşma hamleleriyle birlikte siyasal merkez değişime tabi tutulmaya başlanır.
Cumhuriyetle birlikte, siyasal merkezin bu değişim süreci kurumsallaşmış, bu kez de toplumsal ve kültürel gerçekliklerin değişim meselesi gündeme gelmiştir. Söz konusu değişimlerin içeriği, biçimi ve hızı farklı siyasal tasavvurları, ideolojik pozisyonları ve siyasal kimlikleri beraberinde getirmiştir.
Değişimin yukarıdan aşağıya, külli, hızlı ve bir model eşliğinde yürütülmesi gerektiğini söyleyenlerle (CHP geleneği), aşağıdan yukarıya, parçalı, tedrici ve özgün bir içerikle sürdürülmesi gerektiğini söyleyenler (DP geleneği) farklı sosyo-politik gerçeklik zeminlerini temsil etmişlerdir. İlginç olansa, bu iki pozisyonun sürgit aynı aktörler tarafından temsil edilmeyip, iç içe geçişlerin sıklıkla yaşanmasıdır. İşte bu da değişimin ikinci düzlemiyle, aktörler düzleminde yaşanan değişimle ilgilidir.
Türkiye siyaset sahnesinde aktörlerin değişimi, bir pozisyondan farklı bir pozisyona doğru evrilmesi her şeyden önce bir “döneklik” olarak değerlendirilmiştir.
Siyasi hatıratlara bakıldığında, bu “döneklik hikâyeleri”nin yüzlercesiyle karşılaşmak mümkündür. Toplum, tarih ve kültür üstü bir mekaniklik içerisinde kurgulanan bu hikâyelerde değişim hiç de “kaçınılmaz ve doğal” bir mesele olarak resmedilmez. Siyasal aktörler düzlemindeki değişimi bu döneklik söylemi tahakküm altına aldığı içindir ki, “ben değiştim” cümlesi kolay kolay sarf edilemez.
Türkiye siyasi tarihinde, “ben değiştim” cümlesini kurup siyaset sahnesine çıkan ve başarı yakalayan tek hareket AK Parti hareketidir. AK Parti, hem yapısal düzlemde özgün bir değişim modeli önermeyi başarmış, hem de “değiştim” diyen aktörler tarafından kurulmuştur. Ne var ki, AK Parti lideri ve kurucularının kendi siyaset tasavvurlarına ilişkin verdikleri değişim mesajları, toplumda pozitif bir karşılık bulsa da, siyasal rakipleri tarafından ya “döneklik”le ya da “takiyye”yle özdeşleştirilmeye çalışılmış, AK Parti karşıtı siyasal söylemlerin oluşturulmasında bu unsurlar sürekli öne çıkarılmıştır.
Fakat daha da ilginci, AK Parti’ye konjonktürel destek verenler açısından bu değişim vurgusu “geçmişe bütünüyle sünger çekildiği” yönünde verilen bir “teminat” olarak yansıtılmış, AK Parti’nin geçmişiyle radikal bir kopuş yaşadığı varsayılmıştır.
Oysa siyasal bir aktörün, her yeni tarihsel ve toplumsal gerçeklik karşısında kendisini yenileme, farklılaştırma, değiştirme hakkı vardır. Bu yönüyle AK Parti’ye 2001’de tanınan değişim hakkının daha sonra ona esirgenmesi ve AK Parti'nin mutlak, ezeli ve ebedi bir siyasal pozisyona sıkıştırılması siyasal alanın daraltılması girişiminden başka bir şey değildir.
Bir siyasal hareketi “durum” olarak okumak, onun “süreç” tarafını görmezden gelmek onu yanlış tahlil etmenin başlangıç noktasıdır.
Bugün değişim imtihanını Türkiye’de bütün siyasal muhalefet yaşıyor. CHP, MHP ve BDP değişimin kaçınılmaz olduğunu görüyor, fakat hem siyasal merkezlerindeki hem de tabanlarındaki statükocu zihniyetle nasıl baş edeceklerini bilemiyorlar. Bana öyle geliyor ki önümüzdeki dönem Türkiye siyaseti, pek çok yeni değişim hikâyesiyle karşı karşıya kalacak.
Not: Bu arada biraz önce Fethullah Gülen’in “Bütün Öğrencilerimden Özür Diliyorum” başlıklı yazım dolayısıyla bana dava açtığı haberini aldım. Bir hoşgörü örneği olarak paylaşmak istedim.
[Akşam, 1 Temmuz 2014]