“Kobani bahanesi”yle Türkiye sokakları ateşe verildi. Onlarca insan öldü. Çözüm süreci başladığından bu yana ilk defa böylesi bir kan aktı. Bu şiddet ortamını kimin ürettiği, sokakları kimin ateşe verdiği belli. Katilin kim olduğunu görmek için filmin sonunu beklemeye gerek yok.
Merak edilen, Kürt siyasetinde şiddetin ne zaman açık ve net bir biçimde gayrı meşru ilan edileceği. Ne yazık ki Kürt siyaseti, şiddetin bir araç olarak kullanılmasını taktik bir mesele olarak görüyor.
Bunun nedeni Kürt siyasetinin egemen kanadının kendisini bir “parti” olarak değil, bir “devlet” gibi görme eğilimi içerisinde olması. Böylelikle meşru şiddet tekelini elinde bulunduran devletin yerine kendisini koyabiliyor. Şiddet kullanılmasına adeta cevaz veriyor.
Bütün bu yaşananlar şunu göstermiştir ki, Kürt siyasetinde çok ciddi bir temsil krizi vardır. Türkiye toplumu, çok ciddi bir dönüşüm geçirdi. Bu dönüşüm 1980’lerden bu yana devam edegelen bir dönüşüm. Bu dönüşüm, 2000’lerden sonra çok daha hızlandı. Derinleşti.
Bu dönüşüm toplumsal, siyasal, kültürel alanları etkiledi. Toplumun siyasetten beklentileri farklılaştı. Sadece İstanbul, Ankara yahut İzmir’de yaşayan Türkler değil, buralarda yaşayan Kürtler de değişti. Aynı şekilde Türkiye’de sadece büyükşehirler değil, doğudan batıya, güneyden kuzeye kentsel ve kırsal alanlar dönüştü. Bir başka deyişle, Kırşehir de, Batman da dönüştü.
Bu dönüşüm sürecinde ciddi sorunlar ortaya çıkmadı değil. Kentlerde bütünleşme sorunları, yeni yoksulluk türleri, güvenlik sorunları vs. Fakat her ne olursa olsun yaşanan bu dönüşüm, toplumun beklentilerini çoğullaştırdı. Gündelik hayatını renklendirdi.
1990’lı yıllar toplumun dönüşürken, siyasetin buna ayak uyduramadığı yıllardır. Bu nedenle o yıllar Türkiye siyasetinde çok ciddi bir temsil krizinin de yaşandığı yıllar olarak nitelenebilir. 1990’larda Türkiye’nin farklı bölgelerinde yaşayan, farklı sosyo-ekonomik arka planlardan gelen ve farklı gelecek tasavvurlarına sahip olan toplum kesimlerini kuşatabilecek kitle partisi bulunamadı. Laik Türklerin, Milliyetçi Türklerin, Milliyetçi Kürtlerin ve İslamcıların yönelecekleri partiler belliydi. Sert kimlik siyasetlerinin zirvede olduğu yıllardı o yıllar.
İslamcıların yöneldiği Refah Partisi dışında, diğer toplum kesimlerinin yöneldiği partiler değişmedi. Sert kimlik siyaseti üretmeye devam ettiler. Politikalarına farklı içerikler kazandırsalar da, siyasal eylemi ideoloji temelli tanımladılar. Siyasi pragmatizm göstermeyi bilemediler, beceremediler.
Bunun nedeni, bildikleri, öğrendikleri ve neredeyse geleneksel hale gelen siyaset etme biçimlerini terk ettiklerinde işlevsiz kalacaklarını, tasfiye edileceklerini düşünmeleriydi. Yani hiçbiri başlarına rahmetli Erbakan’ın yahut Oğuzhan Asiltürk’e gelenin gelmesini istemiyordu.
Bugünün CHP’si, MHP’si, HDP’si bu direncin izlerini net bir biçimde ortaya koyuyorlar. Yeni CHP anlatısını bir kenara bırakacak olursak, hepsi sert kimlik siyasetini sürdürmeye devam ediyorlar.
Evet, Kürt siyasetini temsil ettiği iddiasındaki HDP-BDP çizgisi de bu kimlik siyasetini sürdürmeye devam ediyor. HDP – BDP çizgisi tam anlamıyla bir temellük siyaseti sürdürüyor. Kürtlerin acı hikayelerini kendisine katık ederek, sert bir kimlik siyaseti yürütüyor. Bu bakiyeyle yol almaya çalışıyor.
Bu, bence ciddi bir temsil krizine işaret ediyor. Türkiye’de yaşayan Kürtleri salt politik bir topluluk olarak görme yanlışı siyasi temsili giderek imkansızlaştırıyor.
Bundan çıkan sonuç da şu. Kürt siyasetinin kesinlikle çoğullaşması, yeni aktörlerin hiçbir vesayete kurban gitmeden siyaset sahnesine çıkması gerekiyor.
Yeni Türkiye’nin bir yeniliği de bu olmalı.
[Akşam, 12 Ekim 2014]