Türkiye ne zaman kendi çıkarları adına bir adım atmaya yönelse aynı sakız aynı ağızlarda çiğnenmeye başlanıyor. Eksenimiz İsrail'le sürtüşürken de kaymıştı, İran'la belli bir düzeyde ilişkileri geliştirirken de, 17-25 Aralık'tan sonra da, 15 Temmuz'la birlikte başlayan süreçte de, S 400'ler gündeme geldiğinde de…
Geçen hafta Rusya ile imzalanan anlaşmaların ardından Türkiye'nin ekseni yine kaydı. Bir eksen kaç kere kayar diye sormak lazım?
Bu söylemler ne uluslararası sistemin yapısında meydana gelen değişimleri ne de bu dönüşüme ayak uydurmaya çalışan Türkiye'nin dış politikasını anlamayan zihinlerin ürünü. Anlayamıyorlar çünkü ideolojik kalıpları aşamamış bir zihinle düşünüyorlar.
Eğer gerçekten Soğuk Savaş şartları üzerinden bir değerlendirme yapma alışkanlığı ile karşı karşıya kalmış olsak bu durum bir nebze tolere edilebilirdi. Fakat aslında bir alışkanlık olarak devam eden şey, dış politikanın batıcılık ideolojisi ile değerlendirilme hastalığıdır.
Bir başka deyişle bu kafa, Soğuk Savaş şartlarını da Batıcılık parametreleri ile değerlendirmekteydi.
Soğuk savaşın üzerinden yaklaşık otuz yıl geçmesine rağmen hala oraya takılıp kalmak ve bunun üzerinden bir analiz yapmak aynı zihin konforunun bir ürünü.
Soğuk savaştan sonra uluslararası siyaset, teknik düzeyde bir kavramsallaştırma ile ifade edilebilecek bir düzleme oturmadı ancak birkaç dönüm noktası da geçirdi. 2001 İkiz kuleler saldırısı, 2008 ekonomik krizi ve 2013'ten itibaren ABD'nin çekingen siyaseti bu anlamda akla ilk gelen önemli kırılmalar. Dolayısıyla eksen kayması gibi değerlendirmelerin siyasi değerinden bahsetmek mümkün değil.
Halbuki gerçekte ne olup bittiğine göz ucuyla bir bakıldığında uluslararası siyasetin nasıl işlediğine dair bir çok ip ucu görülür.
ABD ile Çin arasında yaşanan ticari gerginlikler ya da Batı ile Rusya arasındaki diplomatik gerilime rağmen bir bloktan söz etmemiz ne kadar mümkün?
Eğer gerçekten bir blok ya da eksen siyaseti söz konusu ise Brexit'i nasıl anlamlandıracağız?
Türkiye'nin içinde bulunduğu varsayılan eksen, ortaya çıkan tehditler karşısında nasıl bir tavır takındı? Hangi tehditlere karşı Türkiye'yi koruma refleksi gösterdi? Bu soruları daha da çoğaltmak mümkün.
Günümüzde gerek küresel düzeyde bir siyaset izleme gücüne sahip aktörler olan ABD, Çin ve Rusya gibi ülkeler arasındaki ilişkiler gerekse iki komşu arasındaki ilişkiler bütünüyle bir ittifak ya da çatışma düzleminde yürümüyor.
Aynı şey Türkiye-Rusya ilişkileri için de geçerli.
Müzakereleri devam eden bir çok konuda Putin'in Türkiye ziyareti sırasında anlaşma sağlanmış olması gerçekten çok önemli. Stratejik değere sahip konularda kapsamlı anlaşmalara imza atıldı.
Bu anlaşmalar Burhanettin Duran'ın deyişi ile Batı karşıtlığından ya da Rusya sevdasından kaynaklanmıyor.
Aksine, tam da eksen / blok düzleminin anlamını iyice yitirdiği ve jeopolitik kırılmalar yaratacak güç boşluğunun oluştuğu bir dönemde gerçekleşmiş olması tesadüf değil. Bir adım daha ileri giderek şunu söylemek de mümkün: Türkiye ABD ile Rusya arasında bir tür denge siyaseti de izlemiyor. Yaptığı şey, kaotik şartlarda ortaya çıkan tehditlere karşısında kendini korumaya almak.
Kaldı ki ABD ya da Avrupa Birliği yakın bir gelecekte içinde bulunduğu çıkmazdan çıkmak için bir adım atmaya karar verdiğinde Türkiye ile başka türlü bir ilişki geliştirmek zorunda kalacak. O zaman Türkiye'nin bu aktörlerle de kendi menfaatleri çerçevesinde somut düzeyde bir ilişki kurduğunu göreceğiz.
[Fikriyat, 9 Nisan 2018]
.