Küresel kapitalizm, insanoğlunun doymak bilmeyen hırslarını besleyerek sürekli genişleme eğilimi gösterirken, farklı coğrafyalarda karşısına çıkan sosyal dokuları da az ya da çok aşındırıyor. O yüzden, Anglo-Sakson liberalizminin bireysel rasyonalitesi, lüks tüketim çılgınlığı ve acımasız rekabetçiliği ile yoğrulan küreselleşme süreçlerine katılmanın her toplum için ekonomik refah anlamında getirileri olduğu kadar ciddi sosyal maliyetleri de var. Gelir dağılımının bozulması, toplumsal katmanlar arasında kopuşların yaşanması, geleneksel aile ve akrabalık ilişkilerinin aşınması, iş ahlakı ile ilgili problemlerin artması Hindistan’dan Çin’e, Güney Afrika’dan Brezilya’ya kadar küreselleşmenin radarına hızla giren yükselen ekonomilerde son dönemde gündeme sıkça gelen konular.
Bu bağlamda Türkiye’nin son on yılda yaşadığı yoğunlaştırılmış küreselleşme sürecinin de özellikle muhafazakâr-mütedeyyin çevrelerde benzer sosyal aşınma endişelerini ortaya çıkarıyor olması şaşırtıcı değil. Uzun yıllar devlet-destekli İstanbul sermayesinin gölgesinde kalan muhafazakar sermaye, ancak AK Parti’nin uzun süreli tek parti iktidarı altında görece eşit bir ekonomik rekabet ortamı bulup serpilebildi ve küresel ilişki ağlarına gecikmiş biçimde dâhil olmaya başladı. Yaklaşık on yıllık hızlı kalkınma ve sermaye birikiminin orta sınıfı genişletecek şekilde büyümesi, muhafazakâr-mütedeyyin kesimde hızlı dünyevileşme, lüks tüketim eğilimleri, küresel kapitalizmle rezervsiz uzlaşma, kanaat-vakıf kültüründen uzaklaşma, kalkınmacı modernizme savrulma gibi olumsuz tecrübeler doğurdu.
"Mahalle"nin içinden, mütedeyyin girişimcilerin 2000’li yıllarda Türkiye’nin çeperlerinden merkezine doğru hızla yol aldıklarını ve uluslararası aktörlere dönüşmeye başladıklarını; ancak bu hızlı dönüşüm sırasında liberal piyasa mantığına kendilerini fazlaca kaptırdıkları için "ruhlarının geride kaldığını" ifade edenler çok. İşçi-işveren ilişkilerini mümkün olduğunca insani şartlarda sürdürme, sözleşmelere sadık kalma, sosyal sorumluluk projelerinde inisiyatif alma ve dürüst iş yapma kültürü ile ortaklık bilincini yayma konusunda ciddi sıkıntılar olduğunu söyleyenler de... Küreselleşme ve görece hızlı zenginleşmenin getirdiği kültürel hazım sorunları, etik problemler, piyasa çarpıklıklarını meşru görme anlayışı ve aşırı pragmatizm, muhafazakar girişimcileri de etkiliyor. Bu yüzden, iktidarda olmanın avantajıyla "hizmet siyasetine", ekonomik büyüme ve kalkınmaya odaklanan; ancak kalkınmanın içeriğini ve sosyo-kültürel yansımalarını şu ana kadar pek tartışma fırsatı bulamayan muhafazakar-mütedeyyin kesimde bir piyasa etiği tartışması başlamış olmasını ben şahsen oldukça faydalı buluyorum.
Hatırlayacaksınız, Cumhurbaşkanı Erdoğan, IMF İcra Direktörü Christine Lagarde ile küresel ve yerel sermayenin önemli patronlarının bulunduğu B-20 toplantısında sıra dışı çıkışlarından birini yapmış ve patronları daha "kanaatkar" olmaya ve kazançlarının daha büyük bir kısmını çalışanları ile paylaşmaya davet etmişti. Son birkaç yıldır, kapitalizmin sermaye birikimini kutsayan ve sonsuz ihtiyaçlar icat eden yapısına karşı insan odaklı "kanaat ekonomisi" kavramını işleyen Mustafa Özel, bir röportajında Cumhurbaşkanı’nın bu çıkışının meşhur "One minute" çıkışından dahi önemli olduğuna, ama kamuoyunda hak ettiği yansımayı bulmadığına değinmişti. Kendisine hak vermemek mümkün değil. Türkiye’nin sosyo-ekonomik dönüşümü hızla ilerlerken "muhayyel" ve "mümkün" olan adımlar çerçevesinde "kanaat ekonomisi" üzerine daha fazla kafa yormamız gerekecek.
[Bugün, 29 Ocak 2016].