15 Temmuz darbe girişimi sonrasında Türk halkının tekrar askeri darbe ve vesayet durumuna dönüş yapmayacağı, özellikle de paralel devlet yapılanmasınca dışarıdan kontrol edilen bir vesayeti kabullenmeyeceği anlaşıldı.
Demokrasi, toplumun temsilcileri aracılığıyla devlet mekanizmasının yönetiminde paydaş olmasını ifade eder. Bu çerçeveden bakıldığında, demokrasi kuvvetler ayrılığıyla belirginleşir. Yürütme, yasama ve yargı erkleri şeklinde özetlenen devlet bileşenlerinin yetki ve sorumlulukları anayasa ve kanunlar çerçevesinde bir yandan devlet uyumunu yakalar, diğer taraftan kendine özgü bir denetleme mekanizması tesis eder. Halkın seçim sandığında verdiği yetkinin anayasal devlet organlarında tecelli etmesiyle devlet "sistemi" kendiliğinden işler.
Türkiye'de demokrasi kesintileri
Çok genel ifadelerle kapsamı çizilen demokrasinin rayından çıkması Türkiye’nin yabancı olduğu bir durum değil. Türk siyasi hayatındaki askeri darbeler sonrasında yaşanan demokrasi kesintileri ise tarihin bir notu olarak hafızalarımızda. Ancak Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu yapısında terörizm ve asker darbe şeklinde kendini tekrar eden ve halk iradesine darbe vuran (iç ve dış) müdahaleler ile bu sürecin siyasi-psikolojik sonuçları incelenmeye değer. Nihayetinde vesayet de bu süreçlerin bir sonucu.
Türk demokrasi kesintilerini incelerken öncelikle Türkiye’nin erken Cumhuriyet dönemini ziyaret etmek gerekir. Cumhuriyeti kuranların asker kişiliğini irdeleyen bir görüş askerin Cumhuriyet değerlerini korumakla mükellef olduğuna inanır. "Normallerden" sapma olduğunda askerin devreye girmesiyse bu görüşe inananlarca "olağan" görülür. Ancak çok partili hayata geçmeyi müteakip asker ve siyaset ikileminde gelgitlerin arttığına şahitlik edilebilir. Soğuk Savaş döneminin "güvenlikleştirme" odaklı anlayışıysa askerin siyasete daha fazla muhatap olmasının önünü açtı. Nitekim iki kutuplu uluslararası sistemde ideolojik rekabet ile Türkiye’de yaşanan siyasi "güç" mücadelesi 1960 askeri darbesiyle ilginç bir hale bürünmüştü. O dönemin Orta Doğu’sunda, özellikle Mısır’da, gerçekleştirilen "Hür Subaylar" darbesi, 1960 ihtilalinin bir doktrini gibidir. Genç subayların kurduğu Milli Birlik Komitesi, Genelkurmay Başkanı’nın Cumhurbaşkanlığı’na "atanması", kendi içlerinde yaşadıkları bölünmeler gibi ortak özelliklere sahip.
27 Mayıs 1960 ihtilalinde, kendini "halkın temsilcisi" olarak gören ve iktidardaki elitin yetkinliğini sorgulayan döneme ait anlayış dikkat çekici. Nitekim bu görüşe göre sivillerin devlet yönetme ehliyetine şüpheyle yaklaşılır. Aynı döneme denk gelen Albay Talat Aydemir vakasının ise darbe zihniyetinin kendi içinde bölünmesi açısından ibretlik bir yönü var. Bu ‘meşhur’ ancak unutulmaya yüz tutmuş hadiseler sonrasında 1971 Muhtırası askeri müdahaleleri gelenekselleştiren bir hüviyete sahip. Öte yandan 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi terörizm vurgusuyla "ülkenin iç ve dış mihraklara" karşı korunması misyonuna referans verir. Türkiye’nin 6 Kasım 1983 genel seçimlerinde, Milli Güvenlik Konseyi tarafından işaret edilen siyasi parti yerine Anavatan Partisi’ni tercih etmesiyse ilginç bir sonuç ortaya çıkarır. Askeri vesayet ve halk iradesi ikileminde toplumla iktidarı elinde tutan 12 Eylül eliti arasındaki uçurum netleşir.
12 Eylül darbesi sonrasında Türkiye yeni vesayet türleri ile tanışır. Cumhuriyet tarihine "post-modern darbe" olarak giren 28 Şubat müdahalesi dönemin hükümetini, Milli Güvenlik Kurulu’nda dönemin başbakanının ve başbakan yardımcısının da imza attığı kararla görevden uzaklaştırır. Öte yandan Genelkurmay Başkanlığı’nın 27 Nisan 2007 tarihinde Cumhurbaşkanlığı seçimleri nedeniyle yayımladığı ve e-muhtıra olarak bilinen bildiri cumhurbaşkanı adayının niteliklerini çerçeveler. Böylece 12 Eylül darbesinin terörizm ve "yıkıcı-bölücü-irticai" tehdit vurgusu siyaset temalı yeni bir çehreye büründü.
Askeri vesayetin psikolojisi
Tüm bu süreç incelendiğinde, darbelerin yarattığı askeri vesayetin "olağanlaştırılmış" dönemlerinden Türkiye’nin miras aldığı siyaset psikolojisi önemli. Bu şekilde "askeri vesayetin" kapsamını ve devamlılığını anlamak kolaylaşabilir. Dönem içerisinde bazı sivillerin kişi veya kurumların da askeri vesayetten medet umması dikkat çekici.
Sivil cenahın vesayet beklentisi demokrasi geleneğiyle çelişse de siyasi hırs ve çekişmenin uygun koşulları olgunlaştırdığı muhakkak. Askerlerin "gelenekleştirdiği" söz konusu müdahalelerden sonra aslında iki kutuplu bir durum ortaya çıkıyordu. Birincisi, sivil erkanın zihninde askerlerin siyaset dahil devletin her fonksiyonunu şekillendirebildiğine dair algıydı. Bu meyanda askerin toplum nezdindeki saygınlığını ve vatandaş zihnindeki kutsiyetini ileri sürmek pek mümkün değil. "Beklenti" içindeki devlet erkanı askerlerin "niyetini" tahmin edip bunları "tartışılamayan" talepler şeklinde gerçekleştirme eğilimini benimsemişti. Devletin yürütme, yasama ve yargı erklerinde "asker ne der?" eksenli anlayış sonrasında askeri vesayet, sivil erkan nezdinde gönüllü olarak kabullenildi.
İkinci kutup ise bizzat askerlerin zihnindeydi. Asker, devlet işlerinde kendi ehliyetini sivillerin önüne koyarak "vazifesi" kadar değil, vazife ötesinde düşünmeye ve davranmaya başlamıştı. Demokrasinin halk tercihine dayalı kuvvetler ayrılığı ve denetim mekanizması bir yana bırakılabilmişti. "Ayar verme" anlayışı içindeki asker, siyasi alanda açıkça fikir beyan ediyordu. Kendini "son" makam olarak gören vesayet zihniyeti Milli Güvenlik Kurulu ve Yüksek Askeri Şura üzerinden anayasal bir statüyle irtibatlandırıldı. Bu anlayışın bir sonucu demokrasinin tam olarak tecelli edememesiyken diğer sonucu ise askerlik mesleğinin gereklerinin yerine getirilmesi yerine küresel, bölgesel ve ulusal gelişmelere yönelme alışkanlığıydı.
15 Temmuz
Radikal terör örgütü FETÖ’nün tüm devlet kurumlarına sızarak 2013 yılı sonundan itibaren başlattığı emniyet ve yargı odaklı darbe girişimiyse ilginç bir hadise. Askeri vesayetin tarihi boyunca "irticai" unsur olarak karşı durduğu bu yapı, emniyet ve yargı vesayeti üzerinden ülke yönetimine el koymaya kalkıştı. Başarılı olamayınca da 15 Temmuz hain darbe girişimi vizyona sürüldü. Diğer bir deyişle, radikal bir terör örgütünün ülkede "rafa kaldırılmış ve unutulmaya yüz tutmuş" askeri darbe alışkanlığına nasıl sarıldığı görüldü. Aslında başarısız bir kalkışma olan 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında Türk halkının tekrar askeri darbe ve vesayet durumuna dönüş yapmayacağı, özellikle de paralel devlet yapılanmasınca dışarıdan kontrol edilen bir vesayeti kabullenmeyeceği anlaşıldı. Halkın sokaklara inmesi ve darbe girişimini başarısız kılmasıyla "halk iradesinin" tahakküme rıza göstermeyeceği ve darbeler devrinin kapandığı tescil edildi. Diğer bir ifadeyle modern dönem Türkiyesi, halk eliyle, dış akla ve paralel devlet yapılanmasına biat eden askeri vesayeti reddetti.
15 Temmuz Darbe girişimi sonrası yapılan anayasa değişiklikleriyle siyasi iradenin, halktan aldığı yetkiyi kullanırken sadece TBMM’nin gözetimindeki anayasa ve kanunlarla sınırlanabileceği, bu durumun da yargı denetiminde olduğu anlayışı teyit edildi. Son seçimlerde halk iradesinin yüzde 87,04 ile sandığa yansıdığı dikkate alınırsa halk, siyasi veya askeri herhangi bir vesayeti değil, kendi iradesinin tek "vasi" olmasını istiyor. Son kertede, "Türkiye Yüzyılı" olarak ilan edilen önümüzdeki süreçte asker "olması gerekenle" yani kanunlarla belirlenen "vazifesiyle" iştigal halinde. O vazife de "vatan savunması".
Sonuç olarak, çağdaş tüm toplumlarda "demokratik" olmanın en belirgin ölçütü, demokratik kontrol ve sivil yönetim olarak ifade ediliyor. O halde Türkiye’nin iktidarda hangi siyasi eğilim veya yönetim olursa olsun halktan yetki alması ve halkın iradesini temsil etmesi vazgeçilemeyecek olgu. Türkiye Yüzyılı'nın da ancak bu "normal" üzerinden gerçekleşmesi beklenmeli. Yeni bir anayasa tartışmasının yapıldığı şu günlerde de geçmişin vesayet gerçeklerinden ders alınmalı, demokrasi kesintileri irdelemeli ve "tam demokrasi" vatandaşa sunulabilmeli.
[AA, 26 Ekim 2023]
İlgili Yazılar
Avrupa Araştırmaları
Mart 2024