SETA > Yorum |
Amerika nın Uluslararası Sistemden Kopuşu

Amerika’nın Uluslararası Sistemden Kopuşu

Trump yönetiminin son 20 günlük icraatlarına bakıldığında Amerikan gücünün dünyaya liderlik etmekten vazgeçmenin ötesinde uluslararası sistemden keskin bir çıkışa doğru hızla ilerlediğini söylemek abartı olmayacaktır.

Trump yönetiminin son 20 günlük icraatlarına bakıldığında Amerikan gücünün dünyaya liderlik etmekten vazgeçmenin ötesinde uluslararası sistemden keskin bir çıkışa doğru hızla ilerlediğini söylemek abartı olmayacaktır. Seçim vaatleri hatırlandığında hiç de şaşırtıcı olmayan adımları atan Trump, bir yandan federal devlet kurumlarının içini boşaltmaya çalışan bir savaş veriyor bir yandan da Amerika’nın uluslararası sistemin liderliği iddiasını yürüten kurumları da ortadan kaldırıyor. Hem federal devletin zayıflaması hem de Washington’ın küresel strateji üretme yeteneğini yok edecek bu adımlar, Amerika’nın uluslararası sistemden kopuşunun işaretleri sayılabilir. Uluslararası yardımları birkaç istisna (İsrail ve Mısır) dışında sona erdiren Trump yönetimi, uluslararası anlaşmalardan çekilme, müttefiklerini cezalandırma, toprak ilhakı tehditleri ve etnik temizlik planları gibi adımlarla da adeta ‘kurallara dayalı’ uluslararası sistemin sonunun geldiği mesajını veriyor.

Liberal Kapitalizm Demokrasi Getirmedi

Amerika 2. Dünya Savaşı sonrasında iki süper güçten biri olarak liberal kapitalist demokrat Batı’nın liderliğini yaptı. Bir yandan savaşın galibi olarak Avrupa’yı yeniden inşaya koyulan bir yandan da komünist Sovyetler’e karşı küresel bir mücadele veren Amerika, Soğuk Savaş’ı da kazanınca artık tek süper güç olarak dünya siyasetine yön vermeye başlamıştı. Bu aşamada dünyanın polisi olmak istemeyen ‘utangaç güç’ görüntüsü veren Amerika, yeni bir uluslararası düzen kurma arayışı yerine liberal kapitalist düzenin zaferini ilan etmekle yetinmişti. Bütün dünyanın artık alternatifi kalmayan liberal kapitalist sistemi benimseyerek demokratikleşeceği tezini işleyen Washington, çok kutuplu bir dünyanın oluşacağına pek ihtimal vermiyordu.

Bu özgüvenle Çin’i de sisteme dahil etmekten çekinmeyen Washington, kapalı sistemlerin liberalleşmesinin demokrasi ve özgürlükler getireceği tezine inanmış görünüyordu. Bu kritik adımın ‘Çin’in uyanışını’ sağlayan etkisi, uzun vadede Amerikan ulusalcı popülizmini tetikleyen kritik unsurlardan biri oldu. Teknoloji devriminin de yardımıyla hem imalat sektörünü hem de istihdamı maliyetlerin çok daha düşük olduğu Çin’e ve Asya’ya taşıyan Amerikan kapitalistleri, sermaye ve emeğin ulusal sınırlara tabi olmamasını savunarak küreselleşmenin tam gaz ilerlemesini sağladılar. Bunun sonucu olarak Amerikan işçi sınıfının giderek sistemin dışına itilmesi ne kapitalistleri ne de siyasetçileri endişelendirdi. Liberal kapitalizmin yayılmasının demokrasiyi getireceğini savunanlar ne bu öngörülerinde haklı çıktı ne de istihdamın Asya’ya kaydırılmasının yıkıcı sosyoekonomik sonuçlarını engelleyebildi.

11 Eylül’ün ‘Aptallaştırdığı’ Amerika

Amerikan liberal kapitalizmine karşı yapılan belki de en büyük saldırı, 11 Eylül 2001 tarihinde gerçekleştiğinde Bush yönetiminin cevabı ‘teröre karşı savaş’ açmak olmuştu. Dönemin Beyaz Saray çalışanlarından olan bir uzmanın yıllar sonra ifade ettiği gibi 11 Eylül Amerika’yı ‘aptallaştırdı’ zira Washington bu olayı faili aranıp cezalandırılması gereken bir terör saldırısının ötesinde algılamayı tercih etti. Amerika’nın hayat biçimine ve değerlerine karşı yapılan bu saldırıya stratejik hedefi tam belli olmayan topyekûn bir savaş açmaya kalkmak çok da akıl karı bir iş değildi. Dünyanın el-Kaide’ye karşı Amerika’nın yanında yer almasını yeni bir uluslararası sistem inşası için kullanmak yerine Afganistan ve Irak işgallerine girmek için siyasi kapital olarak kullanan Bush yönetimi önemli bir fırsat tepti. Demokrasiyi gerekirse işgal ve silah zoruyla yaymak gerektiği tezini işleyen Amerika, 11 Eylül’ün oluşturduğu sempatiyi kısa zamanda heba etti.

11 Eylül saldırıları sonrasında kurucu bir strateji oluşturamayan ve hem tepkisel hem de hoyratça bir güç kullanımına yönelen Amerika, ekonomik krizler ve savaş denkleminden bir türlü çıkamadı. Bir yandan savaşlardan ve ekonomik krizlerden yorulan bir yandan da işsizlik, uyuşturucu ve sosyoekonomik çöküşten mustarip kesimlerin sisteme derin bir güvensizlik ve öfke duyduğu Amerika artık sistem dışından birilerini istiyordu. Demokrat ve Cumhuriyetçi olmasına bakmadan sistem dışı gördüğü Barack Obama, Bernie Sanders, Sarah Palin ve Trump gibi isimlere teveccüh eden seçmen, Hillary Clinton, John McCain ve Mitt Romney gibi müesses nizamın temsilcisi gördüğü isimleri reddediyordu. Trump’ın 2016 ön seçimlerinde önce Irak savaşıyla özdeşleşmiş Bush soyadını taşıyan Jebb Bush’u sonra da liberal müdahalecilik ve küreselleşmenin savunucusu görülen Hillary Clinton’ı yenmeyi başarması, sisteme tepkili kitleleri popülist ve ulusalcı bir söylemle harekete geçirebilmesinden kaynaklanıyordu.

Amerika’nın Kopuşu ve Sistemin Sonu

Biden’ın uluslararası sistemin liderliğine geri dönmek adına Ukrayna’ya yaptığı yardımlar ve İsrail’e verdiği sınırsız destek, halk nezdinde Amerika’nın kendi sorunlarından uzaklaşmak şeklinde okundu. Milyonlarca mülteci ülkeye akın ederken ve enflasyon durdurulamazken ‘başkalarının savaşlarına’ milyarlarca dolar harcamak, seçmenin gözünde liberallerin yanlış önceliklerinin en son örneği olmuştu. Trump’ın kendi sınırlarımızı koruyamazken başkalarının sınırlarını neden koruyoruz sorusunun seçmende karşılığı olduğu görüldü. İktidara geldiğinden beri Amerika’nın dış yardımlarını kesmeye ve uluslararası sorumluluklarını sona erdirmeye çalışan Trump’ın seçmene ‘Önce Amerika’ vaadini yerine getirmek adına Amerika’nın küresel liderliği iddiasından hızla vazgeçtiğini görüyoruz.

Bu bağlamda sorulan önemli soruların başında uluslararası sistemin ikinci Trump döneminden sağ salim çıkıp çıkamayacağı geliyor. İlk döneminde hem içeride ciddi bir direnişle karşılaşan hem de uluslararası arenada dört yıllığına ‘idare edilen’ Trump’ın ikinci döneminde çok daha hızlı ve etkin biçimde yol alabileceği kesin. Bir sonraki başkanın Biden gibi sisteme dönmek iddiasında olup olmayacağı ise bilinmiyor. Bu durumda Amerika’nın son yetmiş yıldır liderliğini yaptığı uluslararası sistemle ilişkisini tamamen koparmasa da büyük ölçüde yeniden şekillendireceğini söyleyebiliriz. Bu yeni ilişkinin nasıl şekilleneceği ve uluslararası sistemde ne gibi fırsatlar ve tehditler yaratacağı da pek belli değil. Ancak Kanada, Panama, Grönland ve Gazze konusundaki söylemlerine bakıldığında, Trump’ın dış politika anlayışında kaba kuvvet, ilhak, satın alma ve etnik temizlik üzerinden Amerika’nın topraklarını genişletmesi de var. Bu tür bir retoriğin eyleme dönüşmesi ise Amerika’nın kuruluşunda ve liderliğinde büyük pay sahibi olduğu uluslararası sistemin sonunu getirmeye kararlı olduğu anlamına gelecek.

[Yeni Şafak, 12 Şubat 2025]