https://www.youtube.com/watch?v=4GhZF-C4qPw
Panel, SETA Güvenlik Araştırmaları Direktörü Murat Yeşiltaş’ın açılış konuşmasıyla başladı. Panelin ilk sunumunu TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Öğretim Üyesi ve TEPAV Araştırmacısı Nihat Ali Özcan yaptı.
Özcan, PKK’nın günümüzde Irak ve Suriye’de askeri, siyasi ve meşruiyet alanlarında kapasitesini çok büyük ölçüde arttırdığını, kontrol ettiği topraksal alandan kullanmış olduğu silah sistemlerine kadar yöntemlerini geliştirdiğini belirtti. Geçmişte örgüt, bölgede cereyan eden Lübnan İç Savaşı, İran-Irak Savaşı, Körfez Savaşı, 2003 Irak İşgali, Arap ayaklanmaları gibi savaş ve çatışma durumlarını bir fırsata dönüştürmüş, bundan sonra da bölgesel savaş ve çatışma ortamlarından istifade etme ihtimali bulunmaktadır. Örgütün Suriye’deki varlığının neye evrileceğine dair belirsizlik, ABD ve Rusya’nın gelecekte örgüte karşı nasıl bir yaklaşım geliştireceği gibi sorunsallar, örgütü mevcut kontrol ettiği alanlarda istikrarı olabildiğince sağlama ve “garnizon devlet” modeli kurmaya teşvik ediyor.
Özcan, örgütün önümüzdeki dönemde Türkiye içinde yıldırma ve yıpratma stratejisini devam ettireceğini ifade etti. Buna göre örgüt, Türkiye’deki sosyal kontrolünü korumak için varlığını koruyacak ölçüde ve ölçekte eylemler gerçekleştirecektir. Örgüt özellikle Suriye’de edindiği silah ve tecrübeden yararlanarak yıldırma ve yıpratma stratejisini uygulayacak ve bunu da sosyal kontrolünü devam ettirmek için kullanacaktır. Son zamanlarda örgüte yönelik operasyonlarda SİHA’ların ve diğer hava unsurlarının kullanılması sebebiyle örgüt, bölge dışı eylemlere ağırlık verecek ve TAK’ı da aktive edecektir. Burada örgüt iki yönlü bir strateji izlemektedir. Nihai kertede PKK devlet olmayı hedeflediği için devlet olmanın gerektirdiği birtakım normlara kabul görebilmek amacıyla uymaktadır. Öte yandan hedef aldığı devletle pazarlıklarda bu normlara uyma durumu kendisine kazanç sağlamadığı için terör örgütü gibi davranacak başka bir yapıyı taşeron olarak kullanmaktadır. Özcan, önümüzdeki dönemde örgütün eylemleri açısından Türkiye’nin tali bir alan olarak kalacağını, sıklet merkezinin de Suriye ve Kandil olacağını belirtmiştir. Türkiye’de yapılacak eylemler ise düşük yoğunluklu ama kamuoyunu meşgul etmeye yetecek eylemler olacaktır.
Panelin ikinci sunumunu Dışişleri Bakanlığı’ndan Aylin Sekizkök yapmıştır. Sekizkök, terör örgütlerinin kompartmantalize edilmesinin terörle mücadele açısından büyük bir sorun teşkil ettiğini belirtti. Aynı coğrafyalarda faaliyet gösterme ve benzer amaçlar taşıma gibi unsurlar sebebiyle örneğin PKK’yı DEAŞ’tan ayırmanın zorluğuna dikkat çekti. Devlet olarak bu iki terör örgütüyle mücadelede sarf ettiğimiz yöntem ve araçlar da aynı kaynaktan çıktığı için bütünsel bir yaklaşıma ihtiyaç duyuyoruz.
Sekizkök, DEAŞ konusunda Türkiye’nin en çok ithama maruz kaldığı Yabancı Terörist Savaşçılar (YTS) meselesine açıklık getirdi. YTS’ler Suriye iç savaşı başladığından bu yana 120 ayrı ülkeden gelen, sayıları 40,000’i aşan bir insan topluluğu. Bunlar kendi yaşadıkları ülkelerde El-Kaide’nin eskiden kurduğu sosyal ağlar aracılığıyla radikalleşen insanlar. Türkiye’ye gelene kadar hiçbir şekilde kaynak ülkelerinde ve transit ülkelerde sorgulanmadılar ve tespit edilmediler. Bunların tamamına yakını da 2012-2014 döneminde bölgeye giden insanlar. Bu zaman zarfı içinde kaynak ülkelerden herhangi bir istihbarat paylaşımı ve geçerli sebep sunulmamış ve bu kişiler de Türkiye’ye geçerli pasaportlarla gelmiştir. Ancak DEAŞ Batılı ülkeleri de terör saldırılarıyla vurmaya başladığında 2178 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı kabul edilmiştir. Bu karar aynı zamanda YTS’ler konusunda sorumluluğun önemli bir kısmının kaynak ülkelerde olduğunu da tespit etmiştir. Bu kararla birlikte YTS’lerin seyahatleri kriminalize edilmiş ve Türkiye ile istihbarat paylaşımı da başlamıştır. Ancak bu kararın alınmasına kadar Türkiye boş durmamış, DEAŞ ve YTS’yle kendi mücadelesine başlamıştır. Türkiye YTS’nin kendisi üzerinden Suriye’ye geçmesini engellemek için bir güvenlik ağı kurmuştur. Bu ağın birinci aşamasını Girişi Yasaklı Kişiler Listesi oluşturuyor. Bugün bu listede 54,000 civarında kişinin ismi bulunuyor. İkinci aşama ise 2014 yılında hayata geçirdiğimiz havalimanları, önemli otobüs terminalleri ve sınır bölgelerinde kurulan Risk Analiz Birimleri’dir. Bu birimlerde yabancılar henüz pasaport kontrolüne girmeden uzmanlar tarafından mülakata alındı. Bugüne kadar 10,000’den fazla kişi mülakata alındı ve bunların 4,000’i ülkelerine geri gönderildi. Üçüncü aşamada Türkiye’ye girmeyi başaran şüpheliler güvenlik güçleri tarafından tespit ediliyor, DEAŞ’la organik bir bağ tespit edilirse adli süreç başlatılıyor, edilemiyorsa bu kişiler Geri Gönderme Merkezleri’ne alınarak sınır dışı ediliyorlar. Bu şekilde sınır dışı edilenlerin sayısı da bugün itibarıyla 5,500’ü aşmış durumda.
Adli süreçler çerçevesinde ülke içindeki DEAŞ hücrelerine karşı büyük çapta operasyonlar yapılıyor ve hücreler büyük oranda çökertildi. Bu operasyonlar sonucu 2013-2017 arası 9,000’den fazla kişi yakalandı ve bu kişilerin yarısını yabancılar oluşturuyor. DEAŞ bağlantısı sebebiyle bugüne kadar tutuklananlar sayısı 3,000, hüküm giyenlerin sayısı da 1,232.
Sekizkök, Fırat Kalkanı Harekâtı’yla DEAŞ’ın Suriye’deki varlığına en büyük darbelerden birinin Türkiye tarafından vurulduğunu ifade etti. Bununla birlikte DEAŞ’ın ortadan kaybolmayacağını, Suriye ve Irak’ta farklı formlar altında mevcudiyetini devam ettireceğini vurguladı. Önümüzdeki dönemde YTS’nin bir kısmı üçüncü ülkelere, kendi ülkelerine veya başka çatışma bölgelerine gidecektir. Burada karşımıza birtakım riskler çıkma ihtimali bulunuyor: 1) DEAŞ Somali, Afganistan ve Libya gibi bölgelere kendini ihraç ederek bundan sonraki stratejisini bugünden daha fazla uluslararasılaştırabilir; 2) DEAŞ, yalnız kurt stratejisini de daha güçlü şekilde devam ettirebilir; 3) Geri dönen YTS ile onların eşleri ve çocuklarının oluşturduğu meydan okuma. Türkiye dâhil pek çok ülke son zamanlarda “geri dönen aileler” sorunuyla karşı karşıya kalmış durumda, daha çok kadınlar ve çocuklar geri dönmek istiyorlar. Bunların ne şekilde topluma entegre edileceği çok büyük bir sorun arz ediyor. Geri dönen aileler önce sağlık kontrolünden, daha sonra psikolojik kontrolden, en son da adli kontrolden geçiriliyorlar. Ancak burada çocuklar için adli süreç uygulanamıyor. Bu çocukların bir kısmı çok küçük yaşlarda infaz sahnelerine maruz kalmış, silah eğitimi almış, hatta cinayet bile işletilmiş çocuklar, dolayısıyla kısa bir süre içinde topluma entegre edilmeleri imkansız. Bu sorunla başa çıkmak için ayrı bir kapasite ve birikim geliştirmek gerekiyor ki şu an bütün devlet kurumları işbirliği içerisinde bu amaç için çalışıyor.
Sekizkök son olarak yakın geçmişte Soufan Group tarafından öne sürülen bir iddiaya değindi. Bahse konu yayında Türkiye’ye 900 YTS’nin döndüğü belirtilirken Sekizkök, Adalet Bakanlığı verilerinde sadece 600 YTS’nin geri döndüğüne dair bilgi olduğunu, bunların da tamamının Türk olduğunu, bunun dışında geri dönenlerle ilgili elimizde bir veri olmadığını ifade etti. Bu durumun da en temel sebebini coğrafi yakınlık ve sınır hareketliliği oluşturuyor.
Panelin üçüncü sunumunu SETA Güvenlik Araştırmaları Araştırmacısı Necdet Özçelik gerçekleştirdi. Özçelik, terörle etkili mücadelenin üçayağının bulunduğunu, bunların istihbarat, operasyon ve kamu diplomasisi olduğunu ve ancak bunlar birbirlerini tamamladığı sürece etkin bir mücadelenin gerçekleştirilebileceğini ifade etti. Başarılı operasyon, ancak iyi istihbarata bina edilebilir. Burada da sadece milli istihbarat olanakları değil yabancı işbirliğiyle başka olanaklar da çok önemlidir.
Özçelik, kamu diplomasisinin bölgesel, yerel ve uluslararası ortamlarda mücadelenin etkinliğini pekiştirmek, yaygınlaştırmak ve meşrulaştırmak için son derece önemli olduğunu vurguladı. Türkiye’nin DEAŞ’la mücadelesinde en çok zorlandığı alan bu alan olmuştur.
Özçelik, terör örgütlerinin genelde dört katmanlı bir yapıdan oluştuğunu, bunların lider kadro, silahlı kadro, yeraltı ve yardımcı kuvvetler ve pasif destekçiler şeklinde sınıflandırılabileceğini belirtti. Buna göre lider kadro, örgütün ideolojisini yaşatan, strateji, doktrin, karar mekanizmasını oluşturan katmandır. Silahlı kadro, yer altı ve yardımcı kuvvetler hep birlikte örgütün eylemselliğini var ederler. Terörle mücadelenin her yerde polisiye, askeri ve istihbari olmak üzere büyük bölümü ve enerjisi bu alana yönelik olarak harcanmaktadır. Örgütlerin amacı eylemselliklerini uzun süre sürdürüp varlıklarını kabul ettirmek, uzatılmış bir savaş halini tesis etmektir. Buna karşılık asıl mücadele alanı pasif destekçiler üzerinde kurulmalıdır. Burası sosyal alandır. Okullar, şirketler, STK’lar vs kitle tabanı olmadan örgüt kendisini inşa edemez, bu sebeple bu alanda mücadele yürütebilmek için kapasite geliştirilmelidir.
Özçelik terörle mücadelede taarruzi yöntemlerin altı kategoriye ayrıldığını belirtti. Bunlar: 1) dinamik koruyucu operasyonlar; 2) caydırma operasyonları ve 3) yerinde mukabele edici operasyonlardır. Bu operasyonlar örgütün eylem alanında gerçekleşir ve örgütün eylem kapasitesini yok etme potansiyeline sahip değildir. Dördüncü yöntem, ABD stratejisinde de olan misilleme yöntemidir. Çok aşırı güç kullanmak suretiyle anlık operasyonlar yapılır ancak bu yöntem çok istikrarlı bir yöntem değildir, örgütü caydırmaz ve örgütün eylem sürecini meşrulaştırmasına da yol açmaktadır. Ancak ölçülü yapıldığında mücadeleye katkı sağlayabilir ve taktik kazanımın ötesinde de bir katkı sunmaz. Buna karşılık Türkiye daha ziyade önleyici operasyon yapmaktadır. Eylem hazırlığı yapılırken angajmanlarla cevap vermek, kapsamlı eylemleri önlemeye yardımcı olmaktadır. Asıl yok edici darbe müdahaleci operasyonlar adı verilen beşinci kategori çerçevesine gerçekleşmektedir. FKH, bu tarz operasyonlara güzel bir örnek teşkil ediyor. Örgüt kaynağında, nizami ve gayrı nizami birlikler, yerel unsurlar ve özel unsurlarla müşterek harekât konsepti içerisinde yok ediliyor. Bu tür operasyonlar bir örgütün tamamen hedef alan içinde yok olmasını, etkisinin azalmasını kuvvetlendiriyor. Taarruzun bittiği noktada altıncı kategori olan istikrar harekâtı başlıyor.
Özçelik teknik imkânlarımızı geliştirdikten sonra, İnsansız Hava Araçları (İHA)’nın ve diğer hava kuvvetlerinin kullanılmasıyla birlikte örgütle yatay mücadele döneminden dikey mücadele dönemine geçtiğimizi ifade etti. Bunun sonucunda örgütün haftada ortalama eylem sayısı 2006 yılında 13 iken bu rakam 2016’da 9’a, 2017’de 4’e düşmüştür.
Panel, soru-cevap bölümüyle sona ermiştir.
.