Yükseköğretimin yeniden yapılanması gerektiği sıklıkla ifade edilmiştir. Bu tartışmalarda dünyadaki çağdaş uygulamalar örnek gösterilmektedir. Özellikle Bologna sürecinin Türkiye'deki yükseköğretim sorunlarının bir kısmını çözebileceği iddia edilmektedir. Oysa Avrupa'daki üniversitelerin idealleştirilmesi, Avrupa üniversitelerinin yaşadığı güncel dönüşümü ve sorunları görmeyi engelliyor. Avrupa yükseköğretimi Amerika'yı izlemektedir. Paradoksal bir şekilde, Amerikan yükseköğretimi daha fazla farklılaşmakta iken Avrupa yükseköğretimi artık daha fazla standartlaşmakta ve bürokratikleşmektedir.
Bologna süreciyle birlikte yükseköğretimde hem uluslararası bürokratik aktörler (Avrupa Üniversiteler Birliği, Avrupa Komisyonu, vs.) hem de ulusal aktörler (kalite güvence ajansları, vs.) devreye girmişlerdir. Söz konusu aktörler, etkili olduğu halde hiçbir sorumluluk sahibi değildir. Bologna, bir Avrupa Birliği (AB) projesi değildir. Bologna süreci, 1999 yılında 29 ülkenin eğitim bakanlarının Bologna Bildirgesi'ni imzalamasıyla resmen başlamıştır. 46 ülkenin eğitim bakanı, on yıllık sürecin nihayete ermesini ve Avrupa yükseköğretim alanının resmen başlamasını kutlarken, biz bir muhasebe yapalım.
Bologna Avrupa ülkelerinin yükseköğretim sistemlerini birbirlerine uyumlu hale getirmeyi amaçlayan Bologna, 2010 yılına kadar öğrencilerin içerisinde rahatça hareket edebileceği ve lisans mezunlarının iş bulabilecekleri bir Avrupa yükseköğretim alanını gerçekleştirmeyi planlamaktadır. Bunun için üç hedef belirlemiştir: İkili kademeli bir sistem (lisans ve yüksek lisans), kalite güvencesi mekanizmalarının oluşturulması ve diploma/derecelerin tanınması. Bologna'nın amaçlarında yıllar içerisinde bazı düzeltmeler yapılmıştır. Üç kademeli (doktora eklenmiş) bir sistem ile meslek programları için bir kısa-kademeye gerek duyulmuştur. Öğrenci merkezli bir eğitim benimsenmiştir. 2010'a gelindiğinde ise Bologna sürecinin ne derece başarılı olduğu konusunda ciddi şüpheler vardır. Sürecin aktörlerine göre, kimi aksaklıklarla birlikte, Avrupa'da çok önemli bir reform gerçekleşmiştir. Gerçekten de üç kademeli bir yükseköğretim sistemi (3 yıl lisans, 2 yıl yüksek lisans, 3 yıl doktora) Avrupa'da oldukça yaygınlaşmıştır. Sürecin en başarılı olduğu bu konuda, Türkiye 4 veya 5 yıllık lisans programlarını 3 yıla indirmemiştir. Zaten Avrupa'da da farklılıklar ortadan kalkmış değildir. İngiltere'de yüksek lisans 2 değil, 1 yıldır. Almanya gibi ülkelerde tıp ve hukuk alanlarında, iki kademeli sisteme geçilmemiştir. Program süreleri değişen ve Bologna'dan en çok etkilenen Almanya ve Avusturya'daki öğrenciler, çeşitli vesilelerle süreci protesto etmişlerdir. Sürecin başarısı, yapılacak iş piyasası analizleri ve öğrenci hareketliliği verileriyle önümüzdeki yıllarda anlaşılacaktır. Kalite güvencesi ve özellikle yabancı diplomaların ve derecelerin tanınması konusunda ise çok ciddi sorunlar devam etmektedir. Öğrenciler Rekabeti artırma adına Avrupa'daki üniversiteler gittikçe ticarîleşmekte, öğrencilerden daha fazla harç alınmakta, daha yoksul öğrencilerin üniversitelere gelmesi zorlaşmakta ve böylece yükseköğretimde var olan eşitsizlikler daha da derinleşmektedir. Öğrenci merkezli bir eğitime geçmeyi amaçlayan Bologna sürecinin aktörleri, öğrencilerin şikâyetlerine ısrarla kulak tıkamışlardır! Sözgelimi Almanya'da geçmişte 5 yılda mühendislik eğitimi alan öğrencilerin eğitim süresi 3 yıla düştüğü için, müfredatın esnekliği azaltılmıştır. İş piyasasının da yeni mezunları ne derece sahipleneceği belirsizdir. Kimi Alman mühendisler, bunun bir felaket olduğunu düşünmektedirler. Bologna'da şimdiye kadar yapılanlar, Avrupa yükseköğretim alanı için gerekli yapıların kurulmasıdır. Bir başka ifadeyle, söz konusu yapıların öğretim ve öğrenmeyi geliştirmeye dönük kullanımının bundan sonra başlaması bekleniyor. Asıl zor iş de bu zaten. Bologna, öğrencilerin öğrenme tecrübelerini zenginleştirmeyi amaçladığını ifade etse de, öğretim süresinin kısaltılması bunun aksini göstermektedir. Öğretim üyeleri Önce anaokullarını, ardından ilk ve ortaöğretimi şekillendiren öğrenci merkezli eğitim, öğretmenleri yeniliğe kapalı ve dışarıdan dönüştürülmesi gereken özneler olarak kurgulamaktadır. Bu yanlış kurgu şimdi de yükseköğretimde söz konusudur. Savunucularına göre Bologna'nın en çok zorlanacağı konu, öğretim üyelerinin işlerini şu ana kadar yapma tarzlarını değiştirmeleri ve öğrenci merkezli bir eğitimi esas almalarıdır. Sonuç: Yenilikçi olamayan öğretim üyeleri, kusursuz bir düşünceyi uygulamamaktadırlar (!). Gereksiz bürokratik iş yükü de artırmıştır. Örneğin, kredi sistemi. Bir dersin kredisi, saatiyle belirlenirdi. Yeni sistem (ECTS) öğrencinin ders hazırlığı ile ödevlere ayırdığı zaman ve sınıfta geçirdiği sürenin tamamını dikkate almayı hedefler. Bu şekilde ders kredisi belirlemek oldukça vakit almaktadır ve ölçümün güvenilirliğini sağlamak da zordur. Öğretim üyeleri, standartlaşmanın getirdiği böyle bir bürokrasiyi gerekli görmeyeceklerdir. Bütün Avrupa'da ECTS'in yapay bir kullanımı olduğu iyi bilinmektedir. Üniversite Üniversitenin temel ideası/fikri olan öğrencilere dogmatik olmayan eleştirel ve bilimsel düşünmeyi kazandırma, Bologna süreciyle birlikte geri plana itilmiştir. Müfredat akademik bir eğitimin gereklerinden uzaklaşmaktadır. Klasik Humboldt modeli öğretim üyelerinin öğretme ile öğrencilerin öğrenme özgürlüğüne dayanmaktadır. Bologna üniversiteleri, daha çok bir meslek okuluna benzemektedir. Süreçte üniversiteler sadece uygulayıcıdırlar. Örneğin, ECTS ve diploma eki konusunda, üniversiteler değil, Avrupa Komisyonu belirleyici olmuştur. Bologna adına yapılan işlerin binlerce sayfa kâğıdı doldurmaktan öte bir fayda getirdiğine dair ortada bir kanıt yoksa şayet, ulusal bürokratik kurumların eleştirisini yapanların, uluslararası hiper-bürokrasiye de sessiz kalmamaları beklenir.
Zaman - 12 Mart 2010