SETA > Yorum |
Bitki Genetik Kaynaklarının Uluslararası Paylaşımı

Bitki Genetik Kaynaklarının Uluslararası Paylaşımı

Küresel ticarette önemli yer tutan ve işlenmiş tohumlar için hammadde işlevi gören bitki genetik kaynaklarının paylaşımı, uluslararası bir soruna dönüştü.

Küresel ticarette önemli yer tutan ve işlenmiş tohumlar için hammadde işlevi gören bitki genetik kaynaklarının paylaşımı, uluslararası bir soruna dönüştü.

Analizin tamamını indirin

Bitki genetik kaynakları, küresel gıda güvenliğinin biyolojik temellerini oluşturmaktadır. Tarihsel olarak serbest dolaşımda olan kaynaklar, son yıllarda genetik biyoteknolojinin gelişimi ve buna paralel artan patentleme imkânları sayesinde ticari meta olarak değerlendirilmeye başlanmış ve serbest dolaşımına yeni ve etkin sınırlamalar getirilmeye başlanmıştır. Genetik kaynaklar büyük çoğunlukla anakaraların güneyine tekabül eden tropik bölgelere yakın yerlerde yoğunlaşmıştır ve bu bölgeler gelişmekte olan ülkeler olarak sınıflandırılan ülkelerin bulunduğu coğrafik bölgelerdir. Bunun yanında genetik kaynakların işlenmesi ve besin maddesi olarak kullanılabilecek modern variyeteler dönüşümü ise daha çok tarımsal biyoteknoloji konusunda gelişmiş kuzey ülkelerinde yapılmaktadır. Büyük meblağlar karşılığında pazarlanan, küresel ticarette önemli bir yer tutan ve işlenmiş tohumlar için hammadde işlevi gören bitki genetik kaynaklarının paylaşımı, gelinen noktada uluslararası bir soruna dönüşmüştür. Bu analiz genetik kaynakların mevcut durumu ile ilgili bir değerlendirme yapmayı ve bitki genetik kaynaklarının küresel adil paylaşımı ile ilgili uzun vadeli stratejik adımlar için önerilerde bulunmayı amaçlamaktadır.

***

Bitki Genetik Kaynaklarının Uluslararası Paylaşım Sorunu

Ulusal güvenlik, uzun yıllar boyunca dar kapsamlı bir çizgide ele alınmış ve canlı varlıklar sadece biyolojik savaş yönüyle ulusal güvenlik ile ilişkilendirilmiştir. Bununla birlikte, güvenlik uzmanları, uzun zamandır gıda ve tarım konusuna ilgi duymaktadırlar. Örneğin, Soğuk Savaş yıllarında SSCB topraklarına düşen yağış miktarı ve bu ülkenin tahıl üretimi Amerikalı uzmanlar tarafından izlenmekteydi. Ne var ki, son zamanlarda gıda ve tarım konusu artık güvenlik terminolojisi ile kavramsallaştırılmaya başlanmıştır. Böylece, canlı varlıklar çevresel ve zirai boyutlarıyla birlikte ulusal güvenlik kapsamında ele alınmaktadır. Teknolojik gelişmeler ile tarım ve gıda güvenliğinin yanyana düşünülmeye başlanmasının tarihi bir kaç on yıl geriye gitse de Türkiye’de bu anlamda kaygıların dile getirilmesi oldukça yeni ve sınırlıdır. Tarım ve gıda güvenliği, çevrenin korunması, yeterli derecede sağlıklı besin üretimi, tohum mülkiyeti, ithalat-ihracat dengesi, tarımsal ekonomi gibi geniş bir alanı içine alır ve bu konuların her birinin ulusal güvenlik perspektifi ile münhasıran ele alınmasına ve derinlemesine irdelenmesine ihtiyaç vardır. Tarım ve gıda güvenliği konusunda en hassas başlıklardan birisini hiç kuşkusuz bitki genetik kaynakları oluşturmaktadır.

Genetik kaynakların bilinçli toplanması Rus/Sovyet bilim insanı Nikolai I. Vavilov ile başlasa da gerçekte genetik kaynakların toplatılma tarihini sömürge dönemine kadar geriye götürmek mümkündür. Sömürgeleştirilen topraklarda bulunan otantik bitkilerin ticari değerinin tespiti ve potansiyel kullanım alanları için oluşturulan botanik bahçeleri sömürge döneminin sembolleri gibi görülmüştür. Sömürgeleştirilen coğrafyalardan genetik kaynakların önemi tam anlaşılmadan toplanan her türden bitki botanik bahçelerde depolanmıştır. Muhafaza edilen bu yeni egzotik bitkilerin bir kısmı daha sonra Avrupa ve dünyada tüketilen temel besinlerden olmuştur.

Vavilov genetik kaynakların önemini ve tarıma katkısını çok net bir şekilde öngördüğü için genetik kaynakları toplama ve karakterize etme işlemi için Çarlık Rusyası’nın Uygulamalı Botanik Bürosu’nu çok başarılı bir şekilde Sovyetler’in Uygulamalı Botanik ve Tarımsal Bitki Enstitüsü’ne dönüştürerek zamanın ilk ve en gelişmiş gen bankasını kurmuştur.

Genetik kaynaklar son zamanlara kadar “insanlığın ortak malı” olarak görülmüş ve herkesin istifadesine açık kalmıştır. Hatta bu açıdan devlet sınırlarını rahatlıkla aşan nadir materyallerden olmuştur. Bu serbest dolaşım sayesinde genetik kaynakların öneminin farkında olan ve genetik kaynak toplama eğiliminde olan ülkeler oldukça gelişmiş koleksiyonlar toplamayı başarmışlardır. Bu koleksiyonlar dünyanın hemen her orijin merkezinden kaynak barındırır durumdadır. Genetik kaynaklar bu kadar rahat elde edildiği için bu dönem “Bitki Avcılarının Altın Çağı” olarak adlandırılmıştır.

Ne var ki son zamanlarda genetik kaynaklara ait “insanlığın ortak malı” fikri büyük oranda geçerliliğini yitirmeye başladı. Genetik kaynaklar, 1990’ların sonlarında çeşitli uluslararası anlaşmalarla ve neredeyse uluslararası bir konsensüs ile ticari meta olarak teyit edildi. Tarımsal biyoteknoloji ile birlikte tohum sektörünün büyük oranda özelleşmesi şirketlerin geliştirdikleri variyeteler üzerinde hak sahipliği iddiası ile kamu kurumlarındaki ıslahçıların geliştirdikleri variyeleteler (ırklar) üzerindeki fikri mülkiyet hakları, genetik kaynaklar kullanılarak geliştirilen yeni bitki ırklarının mülkiyeti konusunu gündeme getirmiştir. Genetik kaynakların içerdiği genleri bulan şirketlerin bu genleri ve dolaylı olarak da bu geni içeren genetik kaynağı patentleyebileceği yasal çerçeve, problemi daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Çünkü tarımsal açıdan oldukça kullanışlı olan genleri tespit edip patentleyebilecek tarımsal biyoteknolojik altyapıya sahip ülke sayısı oldukça azdır. Genetik kaynak rezervi konusunda zengin ancak bu zenginliği kullanacak biyoteknolojik altyapıdan mahrum ülkeler genetik kaynakların patentlenmesinin önünü alabilmek için genetik kaynakların dolaşımını sınırlandırmışlardır.