Frantz Fanon, özgürleştirme paradigmasının ayrıntılarını Dünyanın Lanetlileri adlı eserinde ortaya koymuştur. Onun sömürgecilik ve sömürgeleştirmeden kurtulmaya/bağımsızlaşmaya(decolonization) dair tahlilleri birçok düşünürün görüşleri üzerinde derin bir etki bırakmıştır. Dahası onun öngörülerle dolu son derece ufuk açıcı bu çalışması tüm dünyadaki direniş hareketleri üzerinde geniş bir etki uyandırmıştır.
1800 yılında dünya nüfusunun yaklaşık olarak yüzde 35’ine 1880’de yüzde 67’sine ve 1914’te toplam dünya nüfusunun yüzde 85’ine hâkim olan Batılı güçlerin sömürgeler, manda yönetimleri, bağımlı ülkeler, dominyonlar ve milletler topluluğu şeklinde tesis edilmiş olduklarını görmek şaşırtıcı bir durumdur (Said,1993: 8). Sömürgecilik dönemi boyunca, sömürülen halklar çok sayıda aktif ve pasif “direniş” biçimleri ortaya koymuşlardır. “Direniş” sözcüğünü tırnak içine almaya gerek duydum, çünkü sadece 19. asrın sonlarına doğru bu direniş, muntazam siyasî hareketlere dönüşmüştür. 20. asrın büyük bir kısmında dünya halklarının çoğunluğu sömürgeci iktidarlara karşı, sıklıkla muazzam can ve kaynak kaybına mal olan nihaî bir zafer elde etmek için uzun bir mücadele vermişlerdir. Sömürülen dünyanın çoğunluğu bağımsızlıklarını kazandıktan sonra, her bir sömürge ülkesi sömürge sonrası bir konum olan özerk konuma geçti. Aynı zamanda sömürgecilikten kurtulma/bağımsızlaşma olarak da bilinen bu süreçte, neticede son derece önemli direniş sorunuyla uğraşmak zorunda kalan acı bir politik, sosyal ve ekonomik değişim yaşandı. Direniş, beraberinde bağımsızlığı getiren kurutuluş programının çekirdek ve anahtar unsurunu oluşturmaktaydı. Her ne kadar sağduyu, direnişin, pasiflik veya kültürel simgelerin ve yansımaların kalıntıları dâhil, çok sayıda farklı biçimlerde olabileceğini söylese de Fanon, yegâne başarılı direnişin, muhtemelen özgürlüğü ve sömürge yönetiminden bağımsız olmayı da beraberinde getirecek olan aktif politik direniş olduğuna inanmaktaydı. Çünkü Fanon yalnızca sömürgeleştirilmiş ülkenin özerkliği için değil, fakat aynı zamanda sömürgeleştirilmiş insanın kendisini tanıyabilmesi için çaba göstermekteydi. Fanon’un söz konusu çalışmasının en önemli katkılarından birisi şiddet kavramını yeniden diriltmesiydi. Cesaire, yolları Fanon için açarken, şu kanaatteydi: “Bizler sömürgeciliğin, sömürgeciyi kelimenin tam anlamıyla nasıl barbarlaştırdığı, onu nasıl vahşileştirdiği, nasıl alçalttığı, onda bastırılmış içgüdüleri nasıl uyandırdığı, onu aç gözlülüğe, şiddete, ırk düşmanlığına ve ahlakî rölativizme nasıl ittiği üzerinde kafa yormalıyız.” (Cesaire, 2000: 35-36). Fanon, şiddetin sömüren ve sömürülene karşı yıkımının müspet değerine inanmaktaydı. Çünkü ona göre, “sömürgeleşmeden kurtulma her zaman için bir şiddet olgusudur.” Şiddet yoluyla, sömürü altında olan, hem düşmanını, hem de onun toplumsal düşüncesinden tevarüs ettiği aşağılık duygusunu yok eder. Bu durum, kesinlikle devrimci karşı şiddet olmaktaydı. Muazzam ve karmaşık bir konu olarak şiddet, Fanon’u eleştirenlere onu naif bir şekilde lanetlemeleri için gerekçe teşkil etti. Onlar hakikaten sömürülen kişinin bir bunalımına ç&ou