Çağımızın ruhunu yansıtan kavramların başında gelen çoğulculuk 90’lı yıllardaki heyecanını yitirmiş görünüyor. Batılı ülkelerin tehdit algılarıyla genişleyip daralan çoğulculuk, hoşgörü ve çok kültürlülük kavramları, 11 Eylül’den sonra yeni bir boyut kazandı. Çoğulculuk politikalarını pratik kaygılarla eleştirenler, artık çoğulculuk söylemlerine ilke düzeyinde de karşı çıkıyorlar. Batının bugünkü çoğulculuk tartışmalarının sınırlarını, 11 Eylül sonrasında yükselişe geçen güvenlik algıları belirliyor.
Bu noktaya dikkat çeken Kanadalı düşünür ve siyaset felsefecisi Charles Taylor, çok kültürlülüğün geleceği konusunda endişeli olduğunu dile getiriyor. Taylor’a göre 11 Eylül saldırılarından sonra Amerika ve Avrupa’daki hoşgörü ve çoğulculuk söylemlerinin sınırını, Müslüman birey ve topluluklara karşı gösterilen tutumlar belirler hale geldi. Çok kültürlülük söylemlerinin ve politikalarının nereye kadar gideceğini ve nasıl bir şekil alacağını, büyük ölçüde İslam’a ve Müslümanlara yönelik algılar ve tavırlar belirleyecek. Zira Taylor, “hoşgörüsüzlüğün gözden düşmesinin hemen her sebebinin arkasında İslam’ın olduğunu” düşünüyor.
Modern düşüncenin teşekkülü üzerine yaptığı yetkin çalışmalarla tanınan Charles Taylor, bu endişesinde haksız değil. İslam’ı ve Müslüman toplulukları çoğulculuk tartışmalarının sınırlarını belirleyen bir nesne haline getirmek, Batı toplumlarındaki toplumsal birlik ve bütünlük arayışlarının, tarihi, dini ve kültürel “öteki” olarak görülen İslam üzerinden devam ettiğini gösteriyor. Henry Pirenne’nin “8 ve 9.ncu yüzyıllarda güneyden ve doğudan gelen İslam baskısı olmasaydı, Avrupa diye bir kıta (yani “kimlik”) olmazdı” tezi, mütebessim bir şekilde tekrar karşımızda duruyor. Pirenne’nin yanıldığını göstermek için yıllarca uğraşan muhalifleri, 11 Eylül sonrası dönemde bu görüşlerini kısmen tashih etmek zorundalar.
Türkiye’deki çoğulculuk tartışmaları çerçeve ve muhteva itibariyle Avrupa kökenli olduğu için, kavramın bizdeki yansımalarını doğru anlamak için Batıdaki serüvenini iyi kavramak gerekiyor. Aksi halde tarihi anakronik bir şekilde okuyup, pek çok yöntem hatası yapmanın önüne geçemeyiz. Tarih, modellerin ve sürekliliklerin olduğu kadar, farkların ve kırılmaların da tarihidir.
Yeni bir dünya görüşü ve dünya düzeni olarak modernizm hiç bir zaman çoğulcu olmadı. Çünkü ne Avrupa merkezci tarih ve insan anlayışı, ne de sömürgeci Avrupa devletlerinin Asya’dan Latin Amerika’ya “öteki”ni eşit bir muhatap olarak görmek gibi düşüncesi yoktu. Aydınlanma düşünürlerinin mutlak hakikate sahip olduklarına dair sarsılmaz inancı, felsefi çoğulculuğun her türüyle çatışma halindeydi. Aydınlanmanın tek akıl, tek tarih, tek bilim, tek medeniyet modeli, modern dönemdeki mutlakıyetçi siyasi ekim ve modellerin de temel beslenme kaynağıdır.
Fakat Avrupa’dan “yeni dünya” Amerika’ya ve Avustralya’ya kadar Batılı toplumlar sürekli bir model arayışı içinde oldular. Ortada tek bir modelin olmadığı açık. Zira modern fikir babalarının “tarih lineer bir çizgi üzerinde ilerleyecektir” öngörüsü, 19 ve 20.nci yüzyılın gerç