Yargı bağımsızlığının savcılar için oluşturulacak kurumsal güvencelerle sağlanacağını iddia etmek bugünkü tartışmada gerçekliği olmayan bir anlayış olmakla kalmayıp siyaseten de yanlış bir tavrı beraberinde getiriyor.
17 Aralık operasyonu gibi yolsuzluk paketi kılıfıyla siyasal alana fütursuzca dalarak siyaseti vesayetçi bir mekanizma ile tasarlama çabası son zamanlarda yargının rolünü tartışmaya açtı. Yargı bağımsızlığını temel değer olarak öne sürenler, bu argümanları aynı yargısal güvencelerin bir yargı iktidarına (jüristokrasi) dönüşmeye başladığı noktada sarfedince, rasyonel bir çizgiden uzaklaşıp ope/rasyonel bir mantığın esiri oluyorlar.
YARGININ KEYFİ AŞIRILIKLARI VE DENETİMSİZLİK
17 Aralık operasyonunun AK Parti’yi mümkün mertebe yıpratma, en kötü ihtimalle de iktidarını sarsmaya dayalı bir plan olduğu yönündeki algı kamuoyu nezdinde kesinlik kazandı. Bu operasyonun arkasındaki gücün ise bugün artık varlığı toplumun bütün kesimleri tarafından kabul edilmiş devletin içerisindeki paralel yapının yargıdaki yansıması olduğu gerçeği, idealar dünyasından ‘ama güçler ayrılığı’ diye konuşanları absürd bir yere götürüyor. Türkiye tarihi bu tür girişimlere hiç de yabancı değil; özellikle medyatik, ekonomik, yargısal ve bürokratik tabanlı girişimler hafızalardaki tazeliğini koruyor.
Bu çerçevede, 17 Aralık operasyonu ile yolsuzluk iddialarının siyasal mühendisliğe kılıf yapılması da Kemalist vesayetten aşina olduğumuz bir yargının dokunulmazlığı ve aşkınlığı parantezinde bürokratik vesayet teşebbüsü olarak karşımızda durmaktadır. Fakat ısrarla konuşulmayan nokta, gayri-meşru yollarla oluşturulan bürokratik iktidar girişimlerinin ürettiği siyasal koşullanmalara karşı hiçbir kurumsal güvencenin olmadığıdır. Güçler ayrılığı kavramı özellikle Türkiye gerçeklerinde genellikle yasama, yürütme ve yargının birbirlerinden bağımsızlığını anlatır. Hukuk devleti kavramının önemli bir parçası tabii ki yargı denetimidir. Yargının yasama ve yürütmeyi denetleyebilmesi, iktidarın keyfiliğini önleyebilmesi öncelikle yargının bu organlardan bağımsız olmasını zorunlu kılar. Başka bir deyişle, siyasi erk elbette keyfi aşırılıklara karşı denetlenmelidir. Öte taraftan, 17 Aralık tezgahı bize yargının da keyfi aşırılıklarına karşı bir mekanizmanın olmazsa olmaz olduğunu da açık bir şekilde göstermektedir. Başbakan Erdoğan, Manisa'da yaptığı konuşmada, Adalet Bakanlığı'ndaki HSYK'yı denetleyen yetkiyi kaldırmakla yanlış yaptıklarını söylemesi aslında bütün yargısal ve bürokratik iktidar girişimlerini 17 Aralık benzeri operasyonel faaliyetlerden uzak tutacak kurumsal güvencelerin oluşturulmadığına dair bir serzeniş olarak okunabilir. Tam da bu mekanizmanın doğru br şekilde kurgulanamamış olması, Türkiye’de vesayet bitti derken, yargı bağımsızlığı parantezinde bürokratik iktidarın kendini yeni kabuğunda yeniden üretmesine izin verdi. Bu noktada, hukuk bürokrasisi başka güçlerle işbirliği halinde bulunuyorsa -ki AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’in "Önemli bir holdingin başında bulunan bir kişi hakkında bir ceza davası var ve mahkum olmuş. Yargıtay’da ’Cemaatin imamı’ diye nitelendirilen kişi, ismi bende saklı, bu dosya ile ilgili ne karar verilmesi gerektiği hususunu dosyanın kısa bir özeti ile birlikte Pensilvanya’ya göndermiş” açıklaması bunun en basit halidir-, tartışılması gereken ana gündem maddesi yargı bağımsızlığı ve güçler ayrılığına anlamını veren demokrasi kavramı olmalıdır. Hükümetin bu süreç içerisinde atacağı adımları hukuku