155 Temmuz darbe girişiminden yaklaşık bir ay önce "Türkiye'de darbe olabilir" deselerdi güler geçerdim. Hatta Michael Rubin denen şarlatanın "Türkiye'de darbe olacak" iddiasını deli saçması olarak görmüştüm. Çünkü temel olarak Türkiye'nin darbeler tarihini geride bıraktığını düşünüyordum. Ama bu işe soyunacak deliler her zaman bulunurmuş. Onu da öğrenmiş olduk.
Darbe gecesi bile bu düşünceden kendimi alamadım. Köprünün askerler tarafından kapandığı dedikodusu ortaya yayıldığında dahi darbe ihtimalini aklıma getirmek istemedim. Eve yeni girmiştim. Televizyona baktım. Bir tankın havaalanı girişine park ettiğini ve topunu da havaalanına doğru çevirdiğini gördüm. İşte o an korkunç bir utanç hissettim. Ne bir korku ne bir umutsuzluk... Çünkü zihnimde darbe gelişmemişlik göstergesidir. Türkiye'yi hala bir üçüncü dünya ülkesi gibi görenlere ve göstermek isteyenlere öfke duydum. Darbecilerin başarılı olamayacağını düşünüyordum ama yine de ülkemizin dünya basınında bir darbe teşebbüsüyle daha anılması hepimiz gibi beni de kahretti. Ne sanıyorlardı bu ülkeyi? Bu kadar basit miydi? Biliyordum ki, Türkiye artık darbelerle kontrol edilebilecek bir ülke değildir.
Ama dönüp komşu ülkelere baktığımda bir başka korkunç ihtimal de karşımda duruyordu. Hepimizin sokaklara döküleceği belliydi ama bu darbecileri kısa sürede derdest edemezsek ülkede kamu düzeninin sağlanamaması ve Allah korusun bir iç savaş ihtimali vardı. Şükürler olsun bu millet ona da fırsat vermedi. Sabaha kadar darbecilerin hepsini çıplak elleriyle paketledi. Duruma el koydu. Devletine sahip çıktı.
Dışarıdan geldiğim için telefonumun şarjı çok azdı. Uzun bir gece olacağı ve geceyi sokaklarda geçireceğimiz belliydi. Telefonu şarja takıp koşarak dışarı çıktım. Belediye araçlarının ters şeritlerde süratle ilerlediğini ve önlem almaya çalıştığını gördüm. O sırada üzerimden iki helikopter geçti ve İstanbul Emniyet'e doğru gittiğini gördüm. Tekrar eve koştum. Telefonumu şarjdan aldım. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın çağrısını dinledim.
Evdekilerle helalleşemedim. Korksunlar istemedim. Kapıdan çıktım. Yan komşunun oğlu da çıkıyordu. Bana baktı. Tek bir soru sordu. "Abi nereye gidelim?" "Gidebiliyorsan havaalanına git" dedim. Bu ikinci çıkışımda ortalık festival yeri gibiydi. Erdoğan'ın emriyle sokaklara dökülenler kimi yaya kimi kamyonla kimi motosikletlerle ülke görevine koşuyordu.
Ben de Emniyet'e gitmeye karar verdim. Vardığımda bütün Vatan Caddesi insan seli olmuştu bile. FETÖ'cü darbeciler teslim alınmıştı. Millet polise destek veriyordu. Belediye'de çatışmaların devam ettiği söyleniyordu. Kimileri "oraya gidelim" diyordu kimileri "Emniyet'i bırakmayalım." Belli bir süre sonra Belediye'ye geçtim. Çatışmalar devam ediyordu. Saat hatırlamıyorum. Artık her şey birbirine karışmıştı. Belli bir süre sonra orası da sakinleşti. Bir grupla Emniyet'e geri döndük. Sabah olmuş. Şarjım tükenmek üzereydi.
Kendimce yeni güne hazırlık yapmak için eve dönmek gerektiğini düşünüyordum. Bir yandan da kafamda bunun nöbeti terk etmek anlamına gelebileceği fikriyle boğuşuyordum. Sanki Emniyet'i ben savunabilecekmişim de sanki ben gittiğimde sahipsiz kalacakmış gibi hissetmekten kendimi alamıyordum. Sonunda şarjım bütünüyle bitti ve dünya ile irtibatı yeniden kurmak gereğine uyarak eve döndüm. Televizyonda köprünün teslim alındığı görüntüleri yayınlanıyordu. O an artık bu iş bitmişti. Allah'a şükretmekten başka yapacak şey yoktu.
Bu dramatik tecrübeden kişisel olarak kabaca iki sonuç çıkardım. Bir darbeciler hiçbir zaman bitmez. Hep mücadeleye hazır olmak lazım. İyi ki milletimiz büyük bir millet. Darbeciler bitmese de bu millete boyun eğdiremez. Gerçekten Türkiye artık bir noktaya gelmiş. Artık millet radyodan dinlediği Menderes hikayelerine evinde ağlayan millet değil. Sokağa çıkıp kendi iradesine sahip çıkacak kadar güçlü ve bilinçli. Dahası bir de darbeyle nasıl mücadele edilir tecrübesi kazandı. Belki de en önemli sonuç budur.
[Sabah, 15 Temmuz 2020].