Washington 36 ülkeden devlet başkanı, 10 ülkeden delegasyon düzeyinde katılım ile II. Dünya savaşından bu yana yapılan en üst düzey toplantıya ev sahipliği yaptı. Nükleer güvenlik zirvesinin resmi konu başlığının dışındaki en ateşli konusu İran’dı. İran ise Washington zirvesine alternatif ama oldukça naif başka bir toplantıyı, ‘Herkese Nükleer Enerji, Hiç Kimseye Nükleer Silah’ zirvesini 17-18 Nisan’da düzenliyor. Nükleer tartışmalar üzerinden gerilimin yükselmesinin asıl sebebi ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a yönelik bir yaptırım planını hayata geçirmek istemesi.
Nükleer merkezli İran tartışmaları sürekli dört ülke etrafında ele alınıyor: İran, ABD, İsrail ve Türkiye. Zirve boyunca Amerikan medyası da aynı alışkanlığı sürdürdü. İran ve İsrail merkezli tartışmaların neredeyse tamamında Türkiye de bir yolu bulunup aynı eksene oturtuldu. Başbakan Erdoğan’ın, bizim ilk kez duyduğumuz, muhtemelen makaslanmış ‘bölgemizdeki barışa en büyük tehlike İsrail’ cümlesi bağlamından koparılarak bol bol kullanıldı. Think-Tank’lerde kısa bir tur atmak ise Türkiye’nin İsrail ve İran’la ilişkilerine dair yaklaşımlarının Washington’da tüketime sunulan versiyonunun oldukça aleyhimize olduğunu görmek için yeterli oldu.
Davos’tan bu yana Washington’da odaklanmış bir ittifak Türkiye aleyhine istikrarlı bir dezenformasyon yapıyor. İşaret fişeği olarak hükümeti kullanıp, Türkiye’yi hedefe koyan bir usulleri ver. Çoğunluğu bilerek bir kısmı da farkında olmadan bu değirmene su taşımaya devam ediyorlar. Bu oluşuma ‘ittifak’ dememin bir sebebi var. Çünkü sanıldığının aksine sadece İsrail lobisinden ibaret bir grup değil. Bir ucu Türkiye’ye diger ucu Amerika’daki anakronik bazı Türklere uzanan; bir yandan Azerilerin işin içinde olduğu diğer yandan Ermenilerin zımmen var olduğu bir oluşum. Son tahlilde, bir kısmı Erdoğan ve AK Parti ile bir kısmı ise Türkiye ile hesabı olduğundan oldukça etkili bir şekilde Washington’da Türkiye aleyhtarı bir söylem hegemonyası kurulması için elinden geleni yapıyor. Başarılı olduklarını da söylemekte fayda var. Elbette bu ‘başarının’ Türkiye’ye aktarılmasında bizim medyamız çok ciddi rol oynuyor. Hatta, yer yer ortaya çıkan dezenformasyonun oluşumunda bizzat yer alıyorlar. Türkiye’ye dair eleştirilerin hepsini bir tek başlığa indirgemek mümkün. ‘Türkiye nasıl olur da İsrail’i ve çıkarlarını merkeze almadan politika geliştirmeyi düşünebilir?’. İşin ilginç yanı ise, eleştiri sahiplerinin, hepimizden Türkiye’yi, bölgemizi İsrail’in gözünden okumamızı beklemeleri. Bu aslında oldukça yaygın bir Washington hastalığı. Türkiye’nin nükleer meselesindeki tavrında bir karmaşıklık yok. Türkiye ABD ile dengeli bir ilişki sürdürmeye gayret ediyor. Bölgesinde İran dahil, nükleer silahlara karşı olduğunu açıkça ilan ediyor. Bu konuda sonuç alınabilmesinin yolunun da çifte standarttan uzak bir yaklaşım olduğunun altını çiziyor. Garip olan Türkiye’yi eleştiren isimlerin de Erdoğan’nın ‘nükleer silahlara’ karşı olduğunu söylemesini istemeleri. Oysa yıllardır, Türkiye tam da söylemesi istenen şeyleri açık bir politik pozisyon olarak ilan etmiş durumda. Son dönemde ise işi artık ciddiyetsizlik derecesine çekerek, ‘tamam, bölgedeki nükleer silahlara karşısınız, ama Pakistan ne olacak?’ şeklindeki garip soru ortaya çıktı. Muhtemelen, totolojik olması pahasına, Türkiye Pakistanı da zikrederek pozisyonunu tahkim etse, ‘peki Kuzey Kore?’ şeklinde başlayacak başka bir soru gelecek. Bu türden lüzumsuz kısır döngülerle veya ‘Türkiye’nin BM’de oyu ne olacak’ şeklindeki indirgemeci yaklaşımlarla zaman kaybetmenin bir anlamı yok. Asıl soru ise şu: BM’de İran’a karşı bir ambargo kararı çıkarsa, ABD Afganistan ve özellikle de Irak’ta ne yapacak? Daha önemlisi ‘Türkiye’nin bölgesel politikaları nasıl etkilenecek?’ olmalıdır.