Geçtiğimiz şubat ayında kaleme aldığım bir SETA Perspektif’te “Türkiye’nin Kalkınmacı Merkez Bankası İhtiyacı”ndan söz etmiş ve özellikle küresel krizden çıkış sürecinde güçlenen yeni nesil merkez bankacılığı anlayışına dikkat çekmiştim. Dile kolay, aradan neredeyse tam bir yıl geçmiş. O günlerde süregiden yüksek faiz tartışmaları ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Merkez Bankası’nın sıkı para politikasına yönelik eleştirileri, kamuoyu gündeminin başköşesini işgal ediyordu. Aradan geçen iki seçim, aradaki siyasi istikrarsızlık, terör olayları, Rusya ile kriz derken Merkez ile ilgili yapısal tartışma gündemden doğal olarak düştü. Ancak 1 Kasım sonrası ortamda ekonomik büyüme ivmesini onarmak ve küresel piyasalardaki likidite daralmasına tepki vermek bağlamında yapısal reformlar tartışılırken Merkez Bankası’nın performansı ve yasal çerçevesi ister istemez tekrar gündeme gelecek.
Hazır 2015 enflasyon rakamları açıklanmış ve yıllık TÜFE, Merkez’in yüzde 5’lerden revize ede ede geldiği yüzde 6.9 ve yüzde 7.9 hedeflerinin üzerinde yüzde 8,81 olarak gerçekleşmişken, bence bu konuya dönmenin tam zamanıdır. Pek çok karmaşık bileşeni olan enflasyondaki yukarı yönlü sapmayı sadece Merkez Bankası’nın kabahati olarak görüp tek bir kurumu eleştirilerin odağına oturtmak elbette doğru değil. Ama yasası “fiyat istikrarını sağlamak ve bununla çatışmadığı durumlarda büyümeyi gözetmek” biçiminde neoklasik ifadelerle çizilen Merkez’in, öncelikli hedefi olan enflasyonla mücadeleyi etkin biçimde yapmasını engelleyen politika çerçevesini de sorgulamak gerekiyor. 2011 yılından bu yana gerçekleşen enflasyon oranı sürekli hedeflenen düzeylerin üzerinde. Yani Merkez, yasal çerçevesi gereği büyüme, istihdam, rekabetçilik, sosyal adalet gibi alanlara doğrudan müdahil olmadığı halde, temel işlevi olarak belirlenen fiyat istikrarını koruma noktasında da pek başarılı sayılmaz.
Aslında bu durum, küresel ekonomide yaşanan değişimler ışığında giderek ekonomi yönetiminde “pilot organizasyon” konumuna oturan proaktif merkez bankaları nosyonuna uzak kalmamızla da yakından ilgili. Artan finansal küreselleşmenin ve ekonomik aktivite içinde finansallaşmanın bir sonucu olarak hem üretim ve yatırım hem de tüketim kararlarının ve beklentilerinin oluşturulmasında merkez bankaları eskiden olduğundan çok daha fazla etkili. Amerikan Merkez Bankası (FED), Avrupa Merkez Bankası (ECB) ve Japonya Merkez Bankası’nın küresel krizden çıkış sürecini hızlandırmak, büyüme ve istihdamı desteklemek için farklı enstrümanlarla nasıl devreye girdiğini hepimiz biliyoruz. Yani sanayileşmiş ülkelerin merkez bankaları hassas durumlarda hemen kalkınmacı şapkalarını takıp ekonomik durumu toparlama, işler yoluna girdikten sonra da yavaşça köşelerine çekilme noktasında epey mahirler. Ama iş, yükselen ekonomilere politika tavsiyesi yapılmasına geldiği zaman uluslararası finansal-entelektüel çevreler, “söylediğimizi yapın yaptığımızı değil” mantığıyla kuru bir serbest piyasacılığı yaymayı sürdürebiliyorlar.
Dolayısıyla Koreli iktisatçı Ha Joon Chang’ın “merdiveni itmek” (kicking away the ladder) benzetmesi ile ifade ettiği entelektüel hegemonyaya kapılmadan özgürce reform gündemimizi belirlemek durumundayız. Mevcut ekonomi yönetim mimarisinde yapısal reformlar yapılırken Türkiye’nin uzun vadeli makroekonomik stratejileri ile uyumlu, büyüme-istihdam-yatırım dostu ve kalkınma odaklı bir merkez bankacılığı çerçevesi de tartışmaya açılmalı. IMF-Dünya Bankası jargonu ışığında yüzde 5’in altında bir enflasyon oranını tek başarı kriteri olarak görüp ülkenin fiziki ve insani kalkınma ihtiyaçlarına yönelik doğrudan inisiyatif almayan bir politika çerçevesi bizi geleceğe taşıyamaz.
[Bugün, 6 Ocak 2016].