Geçen yıl Avrupa’da adeta seçim yılıydı ve pek çok Avrupa ülkesinde gündemi seçimler belirledi. Aşırı sağın damgasını vurduğu bu seçimlerin doğurduğu sonuçlar, Avrupa’daki siyasi sistem ve mevcut merkez partiler üzerinde yıkıcı ve dönüştürücü bir etki yaptı. Avrupa genelinde seçim kampanyalarında hakim olan AB karşıtlığı, İslam ve yabancı düşmanlığı gibi söylemler, Avrupa ülkelerini bir siyasi kriz ve toplumsal ayrışmanın eşiğine getirdi.
İtalya’daki seçim sürecinde “faşizmin dönüşü”nden bahsedilmeye başlandı. Geçen hafta açıklanan seçim sonuçları, bunun çok da uzak bir ihtimal olmadığını gösterdi. Zira aşırı sağ ve popülist sağ blok yüzde 50’yi aşarken, bu bloktaki en yüksek oyu yüzde 18 ile aşırı sağ LİG partisi aldı. Üçlü ve dörtlü ittifaklar halinde seçime giden sol ve sağ ittifak blokları bile hükümet kuracak çoğunluğa erişemedi. Seçimler sonrası oluşan bu siyasi tablo, diğer Avrupa ülkeleriyle ciddi benzerlikler taşıyor. Hükümet kurma çalışmalarının Hollanda’da 6, Almanya’da ise yaklaşık 5 ay sürdüğü göz önüne alınacak olursa, İtalya’yı da seçim sonrası uzun ve zorlu geçecek koalisyon görüşmelerinin beklediğini tahmin etmek güç değil. Avrupa’da aşırı sağ yalnızca seçim kampanyalarını değil, seçim sonrası hükümet kurma çalışmalarında da belirleyici aktör olarak ön plana çıktı. Almanya ve Hollanda’da, hükümet görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlanması durumunda yapılacak yeni seçimlerden, aşırı sağın eskisinden daha yüksek bir oyla çıkma ihtimali, merkez sağ ve sol partileri zoraki ittifaklara mecbur kıldı. Bunun başarılamaması durumunda ise bu ülkelerin siyasi bir krize girecekleri uyarıları yapılmaya başlandı.
Avrupa siyaseti dönüşüyor
Avrupa ülkelerinde yalnızca seçim kampanyalarında değil, hükümet kurma sürecinde de “korkular”ın ve aşırı sağ faktörlerinin ön plana çıktığı görülüyor. Nitekim Alman Cumhurbaşkanı Frank Steinmeier, iktidar pazarlığı yapan partileri, ülkeyi yeni bir seçim senaryosuyla karşı karşıya bırakmamaları hususunda şu ifadelerle uyarmıştı: “Büyük koalisyona ‘hayır’ demek, Almanya’yı krize sürükler”.
Aşırı sağın belirlediği bu siyasi atmosfer, ülkeleri, istikrar vadetmeyen zayıf ve güçsüz siyasi iktidarlara mahkum ediyor. Hollanda’da seçimlerden ikinci büyük parti olarak çıkan aşırı sağın iktidara gelmesini önlenmek için, diğer partiler dörtlü bir koalisyon hükümeti kurmaya mecbur kaldılar. İtalya’da hükümet oluşturacak çoğunluğu sağlayamayan sağ ve sol bloğun da nihayetinde, popülist bir sosyal medya hareketiyken siyasi bir partiye dönüşen 5 Yıldız Hareketi’nin kapısını çalmaya mecbur olmaları, Avrupa siyasetinin içine düştüğü çaresizliği ortaya koyuyor.
Daha çok istikrar umuduyla seçime giden Almanya ise yeniden bir “Büyük Koalisyon” hükümetiyle karşı karşıya kaldı. Almanya aslında büyük koalisyonlarla yönetilmeye alışık bir ülke. Ancak büyük koalisyonu oluşturan üyelerden, ne liderini kaybetmiş ve parti içinde ciddi kırılmalar yaşayan SPD ne de göçmen meselesiyle iyice yıpratılan Merkel, siyasi tablodaki eski ağırlığına ve gücüne sahip. 2013 yılındaki seçimlerde 41,7 oranında oy alan CDU, yeni kurulacak koalisyona sadece 32,99 oranında bir oy desteğiyle giriyor. SPD’de ise durum daha da vahim: Zira Sosyal Demokratların merkez partisi, 2013 seçimleriyle kıyaslandığında, yüzde 25,6’dan yüzde 15’lere kadar düşen seçmen desteğiyle hükümete ortak oluyor.
Avrupa’da sistem dışı yeni siyasi parti ve hareketler, halka irrasyonel seçim vaatleri ve popülizmden başka bir şey sunmayan parti programlarına rağmen kazanıyor. Avrupa’da aşırı sağ yükselirken merkez sağ ve sol partiler arasındaki sınırlar bulanıklaşıyor, ideolojik tanımlar ciddi bir dönüşümden geçiyor. Solun ve sağın kriterleri değişiyor. Genç, popülist, ancak vizyon ve stratejisi olmayan isimler Avrupa siyasetini domine ediyor. Papa Francesco’nun geçen yıl verdiği bir demeçte ifade ettiği gibi, Avrupa akil liderlerini kaybediyor.
Aşırı sağın zaferi tepki oylarının eseri değil
Aşırı sağ partiler Avrupa’da seçimler sonrası oluşan bu yeni siyasi denklemde ana muhalefet olarak yer alıyor. Bundan daha da kötüsü ise aşırı sağ partilerin başarısının (söylenenlerin aksine) tesadüfi ve geçici bir fenomen olmadığının her geçen gün daha da iyi anlaşılması. Aşırı sağın yükselişini kabullenemeyen siyasi elit, bunu global ve lokal siyasetteki gelişmelere bağlı olarak adeta kazara elde edilmiş, geçici bir başarı gibi yansıtmaya çalışıyor. Oysa seçimlerden sonraki süreçte de, büyük merkez partiler güç ve oy kaybetmeye devam ederken, aşırı sağcı popülist partiler ise tabanlarını genişletmeye ve oylarını artırmaya devam ediyor.
Kamuoyu araştırma şirketi INSA’nın 19 Şubat tarihli seçim anketi sonuçlarına göre, Almanya’da ırkçı AfD partisi yüzde 16’lık bir oy oranıyla, ilk kez yüzde 15,5’te kalan SPD’yi geçti ve ülkenin en güçlü ikinci partisi haline geldi.
Aşırı sağcı populist söylemler ve ırkçılığın yükselişi genelde ekonomik sebeplere bağlı olarak açıklanmaya çalışılır, işini kaybetmekten korkan Avrupalıların olağan bir tepkisi gibi sunulurdu. Fakat AfD’nin tam da Almanya’nın refah seviyesinin en yüksek, işsizlik oranlarının en düşük olduğu bir dönemde oylarını artırması bu argümanları geçersiz kılıyor.
Irkçılık aşevlerine kadar indi
Avrupa’nın bir krizin eşiğinde olduğunu düşündüren yalnızca siyasi gelişmeler değil. Toplumsal alanda da alarm sayılabilecek pek çok gelişme yaşanıyor. Hayat tarzı ve ifade özgürlüğü gibi konularda, doğu toplumlarına bir rol modeli olarak sunulan Avrupa ülkeleri, ayrımcı uygulamalarla, insanları yemek hakkından dahi mahrum bırakan aşırılıklara sahne olmaya başladı. Geçtiğimiz haftalarda Almanya’nın Essen şehrindeki Tafel isimli aşevinin yöneticileri sadece Alman vatandaşlarına yemek dağıtacaklarını duyurdular. Bu uygulamaya gelen tepkilere rağmen, aşevi yöneticileri kararlarından geri adım atmadılar. Merkel bizzat belediye başkanını arayarak bu durumun düzeltilmesi yönünde ricada bulunmak zorunda kaldı. Artık Alman vatandaşı olmayanlara yemek dağıtılması için dahi devlet başkanının araya girmesi gereken bir toplumsal ve siyasi atmosferle karşı karşıyayız. İddia edilenlerin aksine, bu olay marjinal ve bireysel olarak geçiştirebilecek bir vaka da değil. Aksine, buz dağının sadece görünen kısmı.
Avrupa’da Irkçı saldırılar her geçen gün artmaya devam ediyor. Bu yılın Ocak ve Şubat aylarında sadece Türk misyonlarına yönelik 50 civarında ırkçı saldırı gerçekleşti. Bu trajik tablonun baş sorumlusu, şüphesiz çoğulculuğu bir türlü kabul edemeyen ve yıllardır Avrupa öncü kültürü ekseninde söylem ve siyaset yürüterek sağlıksız bir toplumsal atmosfer oluşturan siyasiler. Yıllar boyu yabancı göçmenlerin tek taraflı olarak Avrupa toplumuna uyum sağlamasını öngören yanlış uyum siyasetleri, Avrupa toplumlarının kabul ve beklentilerini de yanlış doğrultuda yönlendirdi. Sokakta yürüyen bir Avrupalı, kültürel farklılıkları doğrudan “entegre olamamış unsurlar” olarak algılamaya ve dışlamaya başladı. Şimdilerde aşırı sağın yükselişine sahne olan Avrupa, işte yürütülen bu yanlış siyaset ve uyum politikalarının “meyvesini” topluyor. Elbette yabancı dostu olarak bilinen eşitlikçi kesimler ve Avrupa solu bu gelişmeleri içine sindiremiyor. Fakat onların da, söz konusu Müslüman göçmenler hele de Türkler olunca, iyi yabancı/kötü yabancı ayrımına gittikleri ve populist söylemlere ortak oldukları görülüyor.
Aşırı sağ ve populist hareketlerin yeniden hortlaması ve giderek güç kazanmasından daha tehlikeli olan ise bunların giderek normalleşmeye başlaması. Artık baba Le Pen döneminde gösterilen tepkiler, ondan daha radikal söylemlere sahip kızı Marine Le Pen’e gösterilmiyor. Eskiden olsa toplumu ayağa kaldıracak ırkçı uygulamalar, artık Avrupa sokaklarını harekete geçirmeye yetmiyor.
Terkedilen rüya: Avrupa
Geçen yıl Mart ayında, dünyaca ünlü bilim adamı Fuat Sezgin’in kitaplarına Frankfurt hava limanında el konulduğu haberi gündemi meşgul etmişti. Basında yer alan haberlere göre, Almanya’da İslam bilim tarihi alanında çalışma ve öğrenci yetiştirme imkanları elinden alınan ve üniversitedeki çalışma odası mühürlenerek üzerinde çalıştığı kitaba dahi erişimine izin verilmeyen bilim tarihçisi, 40 bin kitabı kapsayan kütüphanesini, yıllardır yaşadığı ve çalıştığı Almanya’da çalışmaları için artık bir gelecek görmeyerek Türkiye’ye taşıma kararı aldı. Türkiye bu beyin göçüyle büyük bir değer kazanırken, Almanya alanında isim sahibi 93 yaşındaki bir profesörü kaçakçılık ve zimmete mal geçirme gibi adi suçlarla itham etmek utancıyla anılmaya mahkum oldu.
Dijitalleşme konusunda oldukça geri kalan ve bilgisayar alanında kalifiye insan kaynağına ihtiyaç duyan Almanya’nın Hintli mühendisleri ülkeye çekmek için 2012 yılında yürürlüğe koyduğu “mavi kart” projesine yapılan başvuruların, 2016 yılı itibariyle hedeflenenin çok altında kaldığı biliniyor. Kamuoyunda konuya yönelik yürütülen tartışmalarda ise projenin başarısızlığa uğramasına sebep olarak yabancı düşmanlığının ön plana çıktığı görülüyor.
Avrupa’da yaşam alanlarının daraltıldığını düşünenler yalnızca bilim adamları değil, Goethe Enstitüsü ve Türkiye Araştırmaları Vakfı tarafından “Almanya’daki Türkiye Kökenli Kalifiye Personelin Göç Eğilimi” başlıklı çalışmada yer alan veriler, farklı sosyal kesimlerden çok sayıda Türkün, yaşayacakları zorluklara rağmen, yaşam alanı olarak doğdukları ya da yıllardır yaşadıkları Almanya’yı değil Türkiye’yi tercih ettiğini gösteriyor. Raporda görüşlerine yer verilen göçmenler, her gün yabancı olduklarının hatırlatıldığı, Türk ve Müslüman kimliklerinden dolayı sürekli olarak savunmaya geçmek zorunda bırakıldıkları bir ülkede yaşamaktansa, tüm zorluklarına rağmen Türkiye’de yaşamayı tercih ettiklerini ifade ediyorlar.
Farklı umutlarla Avrupa’ya giden mültecilerin bir kısmı da tüm tehlikelere rağmen, gönüllü olarak Avrupa’yı terk ediyor. Ailelerini yanlarına almalarına izin verilmeyen küçük yaştaki mülteci çocuklar ve hiçbir özel hayat alanı sunulmadan uzun süre kapalı spor salonlarında yaşamak zorunda bırakılan Suriyeli göçmenlerin bir kısmı, iltica taleplerinin sonuçlanmasını beklemeden geri dönüyor.
Aşırı sağı Avrupa siyasetinde başat unsur haline getiren gelişmelerde, elbette adeta istikrara bağımlı hale gelmiş, her türlü hareket ve değişimi korku ve kaygıyla karşılayan, tutucu Avrupa toplum yapısının önemli bir rol oynadığı açık. Ancak son dönemde yaşanan gelişmeleri, sadece mülteci meselesi ve global krizlerle açıklamak mümkün görünmüyor. Zira mülteci meselesi Avrupa’nın köklü sorunlarını ortaya çıkaran bir turnusol vazifesi görmüş olsa da, sorunun kaynağı çok daha derinlerde.
Avrupa sömürgeci geçmişiyle hesaplaşmıyor
“Deve güdücü Türkler defolup geldikleri yere geri gitmeli” (Almanya), “Göçmen partileri (DENK ve NİDA) anayasal düzeni tehdit ediyor” (Hollanda), “Gelecek sefer fırınlayacağız” (Fransa) gibi söylemler Neo-Nazi kahvehanelerinde değil, partilerin grup toplantılarında ve çok okunan gazetelerin köşelerinde dile getiriliyor. Daha da vahimi, bu söylemler işe de yarıyor. Aşıra sağ söylemelere kanan seçmenler, ülkelerini siyasi krizin ve istikrarsızlığın eşiğine getiren seçim tercihlerinden pişman değil. Aksine, seçim sonrasında da aşırı sağ partiler ve marjinal hareketler oy kazanmaya devam ederken, merkez sağ ve sol partiler giderek eriyor.
Rusya İmparatoru I. Nikola “Avrupa’nın hasta adamı Osmanlı’yı sırtımızda taşıyoruz” diyeli 160 yılı aşkın bir süre geçti. Geldiğimiz noktada Avrupa’nın tek bir hasta ülkesinden bahsetmek oldukça güç. Zira Avrupa ruhu bütünüyle aşırı sağ hastalığına yakalanmış görünüyor.
Esasında yabancılar ve mülteciler, özellikle ekonomik anlamda güçlü olan Avrupa ülkeleri için bir fırsattı. Ancak kültürel bariyerleri aşamayan Avrupa, bu fırsatı bir tehdide dönüştürdü. Avrupa, Almanya özelinde “Nazi Almanyası” ile hesaplaşmaya giderek Yahudiler gibi hiç değilse “Avrupa” sınırları içinde kalan farklılıkları kabulde bir basamak atlamıştı. Ancak ne Almanya ne de sömürgecilikte ondan çok daha karanlık bir tarihe sahip olan diğer Avrupa ülkeleri, sömürgeci geçmişleriyle hesaplaşmaya yanaşmadı. Sömürgecilik konusunda Avrupa henüz günah çıkarmadı, kendi coğrafi ve kültür havzası dışındaki kültürlerle ilişkisinde, zihni olarak bir “dekolonizasyon” aşamasına geçemedi.
Hasta adam Avrupa, ırkçılığın faturasını Nazi geçmişi nedeniyle Almanya’ya havale etmek yerine, bu karanlık geçmişi doğuran sakat anlayışlar ve yanlış zihni tutumlarla vakit çok geç olmadan topyekûn hesaplaşmalı, sömürgeci geçmişini unutmak ve unutturmak yerine, onunla açıktan yüzleşmelidir.
[AA, 13 Mart 2018]