SETA > Yorum |
Yeni Anayasanın Siyaseti

Yeni Anayasanın Siyaseti

Yeni anayasanın yapılması, 10 yılı aşkın bir süredir yaşanan siyasi-toplumsal dönüşümün garanti altına alınması, eski Türkiye umudunun tamamıyla tükenmesi demektir. Yeni anayasa tartışmaları eski ile yeni dönem arasındaki bu sembolik sınıra ilişkindir.

Siyaset, güç ve aklın amansız mücadele alanı. Akıl, birliğin, uzlaşının ve ilerlemenin; güç ise  ayrışmanın, çatışmanın ve karamsarlığın mecrası. Türkiye siyasetine baktığımızda, bir tarafta çoğu zaman aklı ön planda tutan AK Parti siyasetini, diğer tarafta ise güce tutunmakta kararlı muhalefet cephesini görüyoruz. Örneğin, AK Parti yeni anayasa ile toplumsal birliği sağlama ve toplumu daha ileriye götürme hedefi güderken, muhalefet bunu engellemek için toplumda kutuplaşmayı ve gerilimi artırmanın peşinde.

Muhalefetin bu gerilim siyaseti “anayasa uzlaşıyla yapılmalı” dayatmasında somut bir şekilde gözlenebilir. Muhalefet uzlaşı gibi bir değeri dahi yeni anayasa yapımını engellemek için araçsallaştırmaktan geri durmuyor. Lakin yeni anayasa tartışmaları bir yönüyle de akıl zemininde kendi mecrasında akmaya devam etmekte. Kamuoyunda tartışmalar yeni anayasada yerel-evrensel değerler dengesi, vatandaşlık tanımı ve yönetim sistemi nasıl olmalı soruları etrafında şekilleniyor.

EVRENSEL-YEREL DEĞERLER DENGESİ

AK Parti’nin “milli ve yerli” anayasa iddiası, kamuoyunda evrensel-yerel değerler tartışmasını gündeme getirdi. Evrensel-yerel değer dengesi, özünde birey ile toplum arasındaki ilişkinin ne şekilde kurulacağına yöneliktir. Kamusal bir nitelik kazanan bu tartışmada, evrensel değerleri ön plana çıkaranlar toplum karşısında bireyin otonomisini savunmaktadır.

Buna göre, toplumsal hayatta esas olan toplumsal “doğru” değil, bireysel haklardır. Soyut ve otonom olarak tanımlanan bireye toplum bir “doğru” dayatamaz, birey kendisi için doğru olana kendisi karar verir. Özgürlük, bireysel alandan topluma karşı çizilen bir sınırdır.

Yerel değerleri savunanlar ise temelde birey karşısında toplumun otonomisini savunmaktadır. Birey sosyo-kültürel ortamın ürünüdür. Özgürleşim toplumun kolektif olarak belirlediği “ortak iyi” zemininde mümkün olur. Çünkü temelde özgürlük, kaybedilmiş bütünlük hissini kazanma, kendini “evinde” hissetmektir. Dolayısıyla, özgürlük tek başına değil, ancak kolektif bir bütünün parçası olarak ve diğerleriyle ilişkisel bir şekilde elde edilebilir.

Burada kritik olan nokta, evrensel değerlerin radikalize edilmesiyle toplumsal hayatın  çözülmesi, yerel değerlerin radikalize edilmesiyle de bireyin iradesinin ortadan kalkma riskinin bulunmasıdır. İlki, bireyi siyasete karşı konumlandırarak sinik bir varoluşa hapsetme ve politik topluluğu çözme, ikincisi ise aşırı sosyalleştirerek robotlaştırma ve toplumu kapalı bir cemaate dönüştürme tehlikesi taşımaktadır. O halde anayasa yapımında gözetilmesi gereken ideal, bireyleri vatansızlaştırmadan bireysel otonomilerin korunması, özgür bireylerden müteşekkil kuşatıcı bir toplumsal yapının inşa edilmesidir.

TOPLUMDAN MİLLETE, İNSANDAN VATANDAŞA

Siyaset kurumuna doğru yol aldığımızda söylem düzeyinde evrensel değerlere vurgu yapılmasına karşın, tüm siyasi partilerin kaçınılmaz olarak belli bir yerellik formunu savundukları gözlemlenmektedir. Tüm taraflar teleolojik bir şekilde spesifik bir kimlik, yani ortak iyi tanımı üzerinden hareket etmektedirler. Ayrışma, ortak iyinin ne olacağı konusunda ortaya çıkmaktadır. Bunun somutlaştığı nokta ise vatandaşlık meselesidir. Bu mesele, farklılıklar alanı olan toplumdan nasıl özdeş bir millet ortaya çıkarılacak sorusu etrafında dönmektedir. Keza toplum, siyaset-öncesi, apolitik bir formdadır; millet ise toplumun siyasal bir varoluş kazanmış halidir. Bu siyasallaşma sürecinde bireyler artık sadece insan değil, millet zemininde özdeşleşerek ve eşitlenerek birer vatandaş da olurlar.

Bu açıdan bakıldığında, anayasanın ilk dört maddesi etrafında kopan fırtına ülkede siyasi mücadelenin özünün özünü teşkil etmektedir. Bu, birey ve toplumun siyasallaşma sürecinin ne şekilde olacağının mücadelesidir. CHP “laikçi,” MHP “Türkçü” ve AK Parti “medeniyetçi” bir kimlik zemininde bu eşitliği ve özdeşliği kurmak istemektedir. Gerçekçi bir gözle bakıldığında bu kimliklerin hepsi, kuşatamadıkları bireyleri siyasal alanın dışına itecektir.

Dolayısıyla, siyasi partileri birbirinden ayıran nokta, kimin dışlayıcı olup olmadığı değil, kimin  aha az dışlayıcı olduğudur. Öne sürdüğü kimliğin doğası gereği AK Parti görece daha kapsayıcı ve kucaklayıcı gözükmektedir. HDP ise “büyük insanlık” ve “halklar” söylemleriyle “Türk milletini” çözme hedefi güden, öte yandan Kürtlere laik-ulusalcı bir kimlik dayatan siyaset takip etmektedir.

Peki, vatandaşlık tanımı neden bu kadar önemli? Vatandaşlık, devletin atacağı tüm eylemlere temel teşkil eden ve bu eylemlerin toplumsal meşruiyet sınırlarını çizen normatif bir olgudur. Siyasal sistem içerisindeki bu önemi nedeniyle siyasi mücadelenin merkezinde yer alır. Kendi tikel vatandaşlık tanımını genele yayarak evrenselleştirebilen siyasi aktör, ülkeyi yönetme hakkını elde edeceği için vatandaşlık üzerinde sert bir ayrışma yaşanmaktadır.

BAŞKANLIK VERSUS PARLAMENTARİZM

Anayasanın şekli şartları konusundaki ayrışmada yönetim sistemi konusundaki anlaşmazlık ön plana çıkmaktadır. Yönetim sistemi tartışması özünde yürütme ile yasama arasındaki dengenin ne şekilde kurulacağına ilişkindir. Genel hatlarıyla başkanlık sistemi yürütmeyi merkeze alırken, parlamenter sistem yasamanın merkezde olduğu bir yönetim sistemidir. Dolayısıyla, başkanlıkta “karar,” parlamenter sistemde ise “müzakere” ön plana çıkar. Yine, başkanlıkta “çoğunluğun” ülkede daha fazla söz hakkına sahip olması, parlamenter sistemde ise “çoğulculuk” esasına göre azınlıkta kalanların da söz hakkına sahip olması öngörülür.

Başkanlığın demokratik açıdan geniş temsile sahip ve güç-kalkınma açısından icracı bir siyaset güden AK Parti tarafından savunulması doğaldır. Parlamenter sistemin ise demokratik temsiliyeti görece zayıf ve güç-kalkınma açısından somut bir yol haritası olmayan muhalefet tarafından savunulması da anlaşılabilir bir durumdur. AK Parti açısından mesele, demokratik normları ihlal etmeyecek “güçlü” bir başkanlığın nasıl tesis edileceğidir. Muhalefet açısından ise mesele, parlamenter sistemin siyaset kurumunu zayıflatma ve siyaset dışı aktörlere nüfuz alanı açma riskleri taşıyan yönlerinin nasıl törpüleneceğidir. Elbette öncelikle muhalefetin siyaset kurumuna olan inancını tazelemesi ve siyaset dışından destek beklentisini rafa kaldırması gerekmektedir. Bu, parlamenter sisteme sözde değil, özde bir sadakatin mütemmim cüzüdür.

UZLAŞI DAYATMASI

CHP ve MHP gibi eski Türkiye aktörleri ve bunların sosyolojik uzantıları ısrarla anayasanın uzlaşıyla yapılması gerektiğini ileri sürmekteler. Bu, temelde yeni anayasa isteyen AK Parti iktidarını uzlaşmaz ve dayatmacı, anayasa yapılmasına karşı olan muhalefeti ise demokrat ve özgürlükçü gösterme amacı gütmektedir. Ancak bu algı operasyonu, CHP’nin kısa bir zaman önce Anayasa Uzlaşma Komisyonu masasını devirmesiyle deşifre olmuş oldu. CHP’nin ipe un serdiği, yola 1982 (darbe) Anayasası ile devam etmek istediği açıklık kazandı.

Peki, siyasetin yeni anayasa isteyen ve istemeyenler şeklinde ikiye bölünmesi ne anlam ifade ediyor? Yeni anayasa “Yeni Türkiye” nin kurumsallaşması ve hukuki bir nitelik kazanması anlamına gelmektedir. Yeni anayasanın yapılması, 10 yılı aşkın bir süredir yaşanan siyasi-toplumsal dönüşümün garanti altına alınması, eski Türkiye umudunun tamamıyla tükenmesi demektir. Yeni anayasa tartışmaları eski ile yeni dönem arasındaki bu sembolik sınıra ilişkindir.

Sonuç itibarıyla, yeni anayasa etrafında dönen tartışmalar bir yandan eski ile yeni Türkiye aktörleri arasındaki iktidar mücadelesini, diğer yandan ise yeni Türkiye’ye geçişe destek verenler arasında yeni düzenin sınırlarının ne şekilde çizileceği konusundaki ayrışmaları kapsamaktadır. Eski Türkiye aktörlerinin bu mücadelede her gün biraz daha kan kaybettikleri aşikardır. Yeni Türkiye aktörleri arasındaki tartışmalar ise genişleyerek ve derinleşerek ülkenin geleceğini belirlemeye devam edecektir.

[Kriter, 1 Mayıs 2016]