Geçen yazıda kimlik meselesinin aynı zamanda bir varlık ve değer meselesi olduğunu söylemiştik. “Ben kimim?” sorusunu etnik temelde cevaplamanın, varlık ve değer sorularını gözardı etmek anlamına geldiğini ifade etmiştik. Modern milliyetçiliklerin etnik ve ulusal kimlikleri bir dünya görüşü olarak vaz etme gayreti, ‘yeni uluslar yaratma’ projesinin önemli bir parçası olarak hala devam ediyor. En geniş manada din ile milletin modern dönemde karşı karşıya gelmesi ve insanların bunlar arasında bir seçim yapmaya zorlanması, etno-seküler milliyetçiliğin tipik sonuçlarından biri. Türklük, Almanlık, Rusluk yahut Kürtlüğün müstakil dünya görüşleri olarak yeniden kurgulanması, yeni tarih mitlerinin üretilmesini de zorunlu kılıyor. Kimlik siyaseti, bu sürecin en sancılı neticelerinden biri.
Türkiye’deki kimlik tartışmalarının kimlik siyaseti üzerinden yapılıyor olması, sorunu çözmüyor; derinletiyor. Çünkü kimlik siyaseti, kuşatıcı ve kucaklayıcı bir çerçeve sunmaktan uzak. Etno-seküler temelli kimlikler, ortak iyinin inşasına katkı sağlayacak araçlar olmaktan çıkıyor, etnik ve siyasi çatışmanın aktörleri haline geliyor. Türkiye’de neo-milliyetçilik ve ulusalcılık olarak ortaya çıkan yeni milliyetçilik türleri, hem kimlik siyasetinden besleniyor, hem de onun bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Türkiye’deki insanların Türk, Kürt, Çerkez, vs. kimliklerini varoluşsal bir düzeye taşıması ve bu kimlikler üzerine bir dünya görüşü inşa etmeye çalışması, büyük bir kategori hatasına dönüşürken aynı zamanda gerginlik ve çatışmaları da körüklüyor. Kimlik Siyasetinin Üç Sorunu Kimlik siyaseti üç temel sorunu beraberinde getirir. Birincisi grupların kendi toplulukları hakkında bir takım genel-geçer ve homojenize edici ön-kabullerde bulunmasıdır. Örneğin Türkiye’de “Kürtler” dediğimizde, hem kimlik siyasetini güden Kürt kanaat önderleri hem de bu söylemin muhatabı olan kesimler, Kürtlerin düşünceleri, inançları, talepleri, gelenekleri, vs. hakkında bir takım genellemeler yaparlar. Bunlar, “Kürt sorunu” ifadesindeki Kürt kimliğinin belirleyici unsurları olarak kabul edilir. Tekdüzeleştirmek, ideolojik tanımlamaları kolaylaştırır. Oysa sosyal gruplar tek bir tanıma indirgenmeyecek kadar dinamik ve çok yönlü bir yapıya sahiptirler. Kürtler hakkındaki genellemelere karşı çıkanlar bir zaman sonra aynı genellemeleri kendi “stratejik doğruları” olarak telaffuz etmeye başlarlar. Bugün Kürt meselesi konusunda yaşadığımız temsil sorunu, böylesi bir araçsal tekdüzeleştirmeden kaynaklanıyor. ‘Kürt’ dediğimizde Hakkari’deki bir öğretmeni mi, Ankara’daki Kürt kökenli bir imamı mı, İstanbul’daki Kürt kökenli bir iş adamını mı, DTP’li bir belediye başkanını mı yoksa PKK’lı militanları mı kastettiğimiz belli değil. Bu belirsizlik siyasi pragmatizm için önemli bir veri olabilir ama sorunun çözümüne katkıda bulunmaz. Kimlik siyasetinin ikinci sorunu, adalet, özgürlük, barış, doğruluk, sorumluluk, dürüstlük, şeffaflık gibi evrensel değerlerin bi-zatihi doğru ve önemli oldukları için değil, grup kimliklerinin stratejik bir aracı olarak görüldükleri için tartışılması ve sahiplenilmesidir. Bu evrensel doğrulara kimlik siyaseti üzerinden yaklaştığımızda, ortak iyinin inşasına katkıda bulunma şansımız ortadan kalkar. Örneğin insan haklarına kendinde doğru bir ideal olduğu için değil, kendi grup çıkarlarımıza fayda sağladığı için sarılmaya başlarız. Bu şekilde üretilen stratejik doğrular, bugün Türkiye’de sıkça gördüğümüz çifte standart uygulamalarının temelinde yatan ana sorundur. Kimlikler üzerinden hak talebinde bulunmak, adaletsizlikleri ortadan kaldırmıyor; sadece etnik bölünmeleri derinleştiriyor. Etnisite ve sosyal grup temelli tanımlamalara dayalı kimlik siyasetinin üçüncü temel sorunu, İbn Haldun’un tabiriyle “asabiyetçilik” türlerinin ve daha sofistike milliyetçilik biçimlerinin doğmasına yol açmasıdır. Tek boyutlu ve indirgemeci her etnisite söylemi, başka milliyetçilik söylemlerine çıkartılmış bir davetiyedir. Türkiye bu ikilemi aşamadığı müddetçe, bir tarafa verilen hak ve özgürlükler, başka alanların daralmasına yol açacaktır. Etnisite ötesi bir dile ve siyasi programa olan ihtiyacımız her gün biraz daha artıyor. Türkiye’de kendimizi her şeyden önce ve her şeyin üstünde Türk, Kürt, Arnavut, vs. olarak algıladığımız müddetçe, bu sorunu aşmamız mümkün olmayacak. Bu kimlikleri vareden ve anlamlı kılan bir değerler skalası geliştirmek ve ulusal kimlikleri bu değerler üzerinden tanımlamak zorundayız. Pax Ottomana, sahip olduğu değerler sistemi sayesinde varolmuştu. Bugün Türkiye’de, Balkanlarda ve Ortadoğu’da etnisite-ötesi bir kültürel derinliğin inşa edilmesi, kuşatıcı ve işlevsel bir değerler sisteminin hayata geçirilmesine bağlı.
Daha Fazla Demokrasi Yeterli mi? Bunun için daha fazla demokrasi ve liberalleşme talep etmek yeterli değil. Çünkü demokrasinin etnik talepleri körüklemesi imkan haricinde değildir. Irak’ta son 3 yıldır yaşanan süreç, demokrasinin bir etnik-sekter siyaset aracı haline gelebileceğini gösteriyor. Irak’ın sancılı bir şekilde ilerleyen demokrasi tecrübesi, etnik-sekter kimlikleri birer siyasi program haline getirmiş durumda. Kürtlerin sadece Kürt partilerine, Şiilerin sadece Şii partilerine ve Sünnilerin sadece Sünni partilere oy verdiği bir düzene, demokrasi demek ancak iyimserlik olabilir. Bu durum, Irak’taki etnik ve sekter çeşitliliği uluslararası güç oyunlarına karşı açık ve korumasız hale de getiriyor. Iraklı Kürtler kendilerini Bağdat’tan daha çok Washington’a yakın hissedebiliyor. Türkiye’deki Kürtlerin de kendilerini Ankara’dan çok Brüksel’e yakın hissetmesini sağlayacak siyasi zeminlerin oluşması her zaman mümkün. Demokrasinin bir ‘etnik-sekter piyango sistemi’ haline gelmesini önlemek için ona anlamlı ve işlevsel bir derinlik kazandırmak gerekiyor. Bu noktada melezlik ve kozmopolitanlık modellerinin de yetersiz kaldığını görüyoruz. Küreselleşmenin yerel ve ulusal kimlikleri dönüştürdüğü bir gerçek. Fakat bu dönüşümün tek taraflı olduğunu düşünmek ve süreç içinde bütün kimliklerin buharlaşıp uçacağını beklemek, süreci eksik okumak olur. Küreselleşmenin erittiğini zannettiğimiz kimlikler, karşımıza çoğu zaman yeni ulusalcı formatlarda çıkıyor. Dahası ne küreselleşme ne de postmodernizm, genelleştirilebilir bir kimlik modeli sunabiliyor. Melez kimlik modelleri, küreselleşmeden önce de vardı. Farklı kültürlerden beslenmiş, bir kaç coğrafyaya yaslanan, birden fazla tarihi bünyesinde buluşturan, bir kaç dili konuşan kimliklere tarih boyunca rastlamak mümkün. Bu yüzden geçmişte de kozmopolit kültür tecrübeleri esnek kimlikler üretmişti. Bu esnek kimlikler organik bir gelişme sürecinde oluştuğu için, büyük bir zenginlik olarak görülmeli. Bugün de organik ve doğal olarak ortaya çıkan melez ve kozmopolit kimlikler, kültürler-arası geçişkenliğin önemli araçlarıdır. Kozmopolit Melezlik Melez ve kozmopolitan kimlik tanımları, kimlik siyasetinin yön verdiği iktidar ilişkilerinin sorgulanması açısından önemli imkanlar sunuyor. Katı, indirgemeci ve dışlayıcı kimlik tanımları yerine vurgunun kimliklerin farklılığı, akışkanlığı, geçişkenliği, kısacası dinamik yapısı üzerine yapılması, ideolojik kimlik tanımlamalarının aşılmasına yardımcı olabilir. Fakat bunu genelleştirmek ne kadar mümkün? Herkesin melez, kozmopolit, liberal olduğu ya da olacağı varsayımından hareketle bir toplumsal düzen kurulabilir mi? Bu kimliklerin kaide olmaktan çok istisna olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. Edward Said, Emin Maluf, Homi Bhaba gibi melez aydınların kimlik tecrübelerini genelleştiremeyiz. Bu aydınlar farklı kimlik ve aidiyet dilimleri arasındaki gerilimi aşabilecek donanıma sahip olabilirler. Bu gerilimleri bir avantaja dönüştürebildikleri için çok farklı kesimlere hitap etme şansına sahipler. Ama benzer tecrübeleri paylaşmayan aydın, asker, öğrenci, çiftçi, esnafın aynı idari yeteneği göstermesini bekleyemeyiz. Emin Maluf Ölümcül Kimlikler adlı eserinde, kendi çok-kültürlü ve kozmopolit kültür tecrübesinden hareketle bir kimlik tahlili yapar ve ‘arafta’ olmanın olumlu ve olumsuz yönlerine dikkat çeker. Maluf örneğinde, Hıristiyan bir Arap olmanın sunduğu zorluklar ve imkanlar aynı kimlikte buluşmuştur. Maluf Hıristiyan’dır ama aynı zamanda İslam’ın dini dili olan Arapça ana dilidir. Maluf, aynı zamanda Batıyı ve modern bilgiyi özümsemiş biridir. Bu ona Hıristiyan dünyayla Müslüman dünya arasında derinlikli irtibatlar kurma imkanı sağlar. Dolayısıyla Maluf’un melezliği, yaşadığı ülke Lübnan’ın ona sunduğu bir imkandır ve bütünüyle yapay ya da kasıtlı bir kurgu olarak reddedilemez. Ama böyle bir tecrübeyi genelleştirmek mümkün değil. Üstelik kozmopolitliğin, çok-katmanlı ve esnek kimlik modellerinin bir garantisi olmadığını da akılda tutmak gerekiyor. Bunun acı örneklerinden birini Bosna’da yaşadık. Bir Shakespeare uzmanı olarak tanınan ve akademik saygınlığı herkes tarafından kabul edilen Nikola Kolcevic, Saraybosnalı bir Sırp idi. Kolcevic, Balkanların en kozmopolit şehri olan Saraybosna sokaklarında Müslüman Boşnaklar ve Katolik Hırvatlarla dolaşmış, kütüphanelerine gitmiş, kafelerinde oturmuş, ezan seslerini duymuştu. Fakat bunların hiç biri onun Sırp milliyetçiliğinin sözcülerinden biri haline gelmesine engel olamadı. Bosna katliamının baş mimarlarından Radovan Karadzic’in ‘sırdaşı’ olan Kolcevic, Sırbistan başkan yardımcısı sıfatıyla Saraybosna’nın yerle bir edilmesi emrini imzalamaktan çekinmedi. Onun için Saraybosna, ‘saf Sırp ırkının’ nefret ettiği bütün değerleri üzerinde taşıyordu: Osmanlı binaları, Müslüman yüzleri, çok-kültürlü sokakları, çok-dilli kahveleri ve çarşıları. Kolcevic 16 Ocak 1997’de intihar ettiğinde, bir ideolojinin iflasını da ilan ediyordu. Fakat bu mirasın yarattığı gerginlik, Saraybosna’dan Kosova’ya bütün Balkanlarda varlığını hissettirmeye devam ediyor. Kimlik siyasetini aşabilmek için öncelikle etnik yahut ulusal kimliklerin kendi başlarına bir değer sistemi üretemeyeceğini ve bir dünya görüşü işlevi göremeyeceğini kabul etmemiz gerekiyor. Kimliklerin esnek ve geçişken yapısını köksüzleşmeden ve yabancılaşmadan benimsediğimiz zaman Türklerin Türklüğü, Kürtlerin Kürtlüğü bir sorun olmaktan çıkacaktır. Birbirimizin Türklüğünü, Kürtlüğünü, Araplığını, vs. bilinçli bir şekilde unuttuğumuz gün birbirimizi kucaklayacak kadar yakınlaşmış olacağız.