Bugünlerde, Kürt meselesi, çözüm süreci, Kobani eylemleri vb. meseleler üzerine konuşanların en popüler gündemlerinden biri, Kandil-İmralı ayrışması.
Kimileri Kürt hareketi içinde bu iki güç merkezi arasında bir ayrışma olduğunu, yaşanan kanlı sokak çatışmalarının Kandil ve İmralı’nın çözüm sürecine ilişkin yaklaşım farklılıklarından kaynaklandığını öne sürüyorlar.
Kimileri ise İmralı ve Kandil arasında özde bir ayrışma yaşanmadığını, Kandil’in çözüm süreci karşıtı yaklaşımlarının İmralı ile danışıklı bir tarzda üretildiğini iddia ediyorlar.
Bu bağlamda HDP’nin yeri de sıklıkla tartışılıyor.
Selahattin Demirtaş’ın son çatışmalarda Kandil’e yakın durduğu ve halkı sokağa çağırdığı, buna karşın Hatip Dicle’nin İmralı’ya daha yakın durduğu belirtiliyor.
Doğrusu ben de, militarist Kürtlerin çözüm sürecini bir tehdit olarak gördüklerini, bu nedenle Kandil’in generallerinin çözümsüzlüğü kurumsallaştırmak için çaba sarf ettiklerini düşünüyorum.
Aynı şekilde “Kobani’de yaşanan katliam girişimine karşı 7’den 70’e bütün halklarımızı sokağa, alan tutmaya ve harekete geçmeye çağırıyoruz. Bütün uluslararası kurumlar, demokratik kitle örgütleri, emek ve meslek örgütleri, kadın ve gençlik örgütleri, demokratik güçler Kobani’de yaşanan vahşete karşı harekete geçmelidir. Bundan böyle her yer Kobani’dir. Kobani’deki kuşatma ve vahşi saldırganlık son bulana kadar süresiz direnişe çağırıyoruz” diyen HDP’lilerin Kandil’den aldıkları emri yerine getirdikleri kanaatindeyim.
Kürt hareketi içinde “Barışın yolu Kobani’den geçiyor” diyerek 36 kişinin ölümüne neden olanlarla 2013’ün başından itibaren süreci yürütmeye çalışanları ayrı tutmak gerektiğini düşünüyorum.
Ne var ki, esas ayrışma aktörler bazında değil, zihniyet bazında ortaya çıkıyor.
Kürtçü sosyalizmin sefaletini kabul edenlerle etmeyenler arasında.
Soğuk Savaş döneminin bir silahlı örgütü olarak ortaya çıkan PKK’nın üzerinde yükseldiği zemini kaybettiğini fark edemeyenlerle bunun farkına varmaya başlayanlar arasında.
PKK, hangi ortamda oluştu?
Bunun cevabını “PKK’nın kurucu üye”leri şöyle veriyor: “ABD, Sovyet çatışmalarının zirvede yaşandığı, ulusal hareketlerin en ileri düzeyde geliştiği, reel sosyalizmin yetmediği yerde ’68 devrimci hareketi’ Türkiye, İran gibi Ortadoğu ülkelerinde devrimci gençlik biçiminde yansımasını buldu. Güney Kürdistan’da aşiretçi isyan geleneği sürmüş ve bir yenilgi almıştı. Türkiye’de Kemalist sisteminin tekçi düşünce ve politika yapısının aşılarak yeni ideolojik akımların, siyasi örgütlenme ve mücadelelerin gelişmeye başladığı bir ortamda PKK oluştu.”
Burada birkaç mühim husus var.
Birincisi, ABD-Sovyet çatışması.
İkincisi, 68 rüzgarı (yahut romantizmi) ile yükselen gençlik hareketleri. Üçüncüsü Kemalist sistemin tekçi yapısı. Bunların hiçbiri bugün yok.
Ne ABD-Sovyet çatışması, ne 68 rüzgarı ne de Kemalizmin egemenliği.
PKK, bir gençlik hareketi olarak doğdu ve kitleselleşti. Kitleselleşti kitleselleşmesine ama o “gençlik hareketi” modundan bir türlü kurtulamadı. Erginleşemedi, ergen kaldı.
PKK, kitleselleşme sürecini de öyle demokratik yol ve yöntemlerle de yapmadı.
Kendisinden olmayan elitleri sindirerek ve sinmeyenleri de tasfiye ederek, öncülüğe soyundu.
Bugüne gelinceye dek, Türkiye’de PKK zihniyetini boşa çıkaran birçok gelişme yaşandı.
Soğuk Savaş bitti. Kemalizmin dışlayıcı, inkar ve baskılama politikaları son buldu.
Siyaset karşıtlığı yerini siyasete bıraktı.
Devlet, Kürt sorununu tanıdı.
Çözüm için adımlar atılmaya başlandı.
Adına “çözüm süreci” denen bir süreç resmiyet kazandı, devletin öncelikli gündemine dönüştü.
Bu süreçte iki kesim, değişimin önünde direndi.
Kürtçü sosyalistler ve Türkçü sosyalistler.
Yani Yurtseverler ve Ulusalcılar.
Her iki kesimin bu dudak uçuklatan ittifakı tam da bundan. Her ikisi de etnik milliyetçiliğin şiddetine saplanıp kaldılar.
Ortaya da kocaman bir sefalet çıktı: Türkiye sosyalizminin sefaleti!
[Akşam, 21 Ekim 2014]