2009 Davos krizi ile başlayıp 2010 yılında Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde (BMGK) İran’a yaptırımlar konusunda hayır oyu kullanmasıyla ivmesini artıran Türkiye karşıtı olumsuz söylemler, Batılı basın-yayın organlarının ana gündem maddeleri arasında yer almakta.
Kopuş söylemlerinin tarihi
2009 Davos krizi ile başlayıp 2010 yılında Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde (BMGK) İran’a yaptırımlar konusunda hayır oyu kullanmasıyla ivmesini artıran Türkiye karşıtı olumsuz söylemler, Batılı basın-yayın organlarının ana gündem maddeleri arasında yer almakta. Sadece basınla sınırlı kalmayan bu söylem alanı, etkisini çeşitli düşünce kuruluşları üzerinden genişleterek zamanla hem siyasi hem de siyaset dışı aktörlerin ortak paydası haline geldi. Akademik dünyada da yoğun bir gündem konusu olan Türkiye, özellikle 2010 sonrası dönemde medyadakine benzer şekilde olumsuz temsil edilmekte. Bu açıdan bakıldığında “Yeni Osmanlıcılık” (neo-Ottomanism) eleştirilerinin yanı sıra otoriterleşme ve türevi temalar, akademik alanın da en tartışmalı konuları arasına girdi.Eksen kayması tartışmalarıyla paralel biçimde ilerleyen ve Türkiye’nin dış politikasındaki otonomi arayışını mahkûm etmeye dönük diğer bir söylem alanı da “Yeni Osmanlıcılık”. Türkiye’nin “yayılmacı” ve “emperyalist” olduğu iddiasını taşıyan bu söylem, ilk defa Turgut Özal döneminde başlayan dışa açılma anlayışıyla ortaya çıktı ve zamanla AK Parti dış politikasını etiketleyen negatif bir söylem aparatına dönüştü.Türkiye karşıtı söylemlerde yaşanan önemli bir kırılma dönemi ise 2013 yılında gerçekleşen Gezi Parkı olaylarıdır. Gezi Parkı olayları esnasında Batı basını süreci çok yakından takip etti ve Türkiye’deki hareketliliği otoriterleşme tartışmalarıyla ilişkilendirdi. Örneğin Alman Der Spiegel dergisi ilk defa Gezi olaylarında Türkçe bir ek ile okurlarının karşısına çıktı; ilk Türkçe kapağı (“Der Staat Erdoğan” [Erdoğan Devleti]) ise 2014 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kullanarak Türkiye’deki iç siyasete doğrudan müdahil olmaya çalıştı. Benzer biçimde Gezi üzerinden yapılan akademik analizler de otoriterleşme, faşizm, Bonapartizm ve rekabetçi otoriteryenlik gibi kavramlarla birlikte analiz edildi ve konunun muhtelif boyutları değerlendirme dışı bırakıldı. 2013 yılında The Economist’in “Democrat or Sultan” kapağı ile okurlarının karşısına çıkması ise Türkiye’ye ilişkin analizlerin bu akademik oryantalist bagajlarla ne denli yakın bir münasebet arz ettiğini gösteriyor.
Sadece basın ve düşünce kuruluşları değil, akademi ve diğer bağımsız görünümlü örgütler tarafından da ortaya koyulan Türkiye karşıtlığı, 15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle farklı bir evreye taşındı ve Türkiye bu dönemden sonra Hitler Almanya’sındaki pratiklerle ilişkilendirilmeye başladı. 15 Temmuz sonrasında bir anlamda mecburi hale gelen güvenlik politikalarının “gücün temerküzü” ve “muhalefetin tasfiyesi” olarak yorumlanması, Türkiye’nin içinde olduğu bağlamı anlamak yerine onu mahkûm etmeyi amaçlamakta. Washington merkezli düşünce kuruluşu Freedom House’tan Center for American Progress’e, New York Times’tan Guardian’a kadar hemen her alanda açık biçimde kendini gösteren bu yaklaşım, Türkiye’deki sosyo-politik gerçekliğin belirli yönlerine odaklanmakta ve diğer bazı açıları görmezden gelerek sübjektif bir söylem alanı inşa etmekte.
Türkiye’nin “model ülke” tartışmalarıyla konu olduğu Arap Baharı dönemi, aynı zamanda “Yeni Osmanlıcılık” söyleminin de etkisini artıran bir iklimin ortaya çıkmasına şahit oldu.
Yeni Osmanlıcılık: Söylemsel bir aparat
Eksen kayması tartışmalarıyla paralel biçimde ilerleyen ve Türkiye’nin dış politikasındaki otonomi arayışını mahkûm etmeye dönük diğer bir söylem alanı da “Yeni Osmanlıcılık”. Türkiye’nin “yayılmacı” ve “emperyalist” olduğu iddiasını taşıyan bu söylem, ilk defa Turgut Özal döneminde başlayan dışa açılma anlayışıyla ortaya çıktı ve zamanla AK Parti dış politikasını etiketleyen negatif bir söylem aparatına dönüştü. Türkiye’nin kültürel geçmişiyle daha barışık bir politika izlemesi ve Kemalist dönemden tevarüs edilen dış politika stratejisinin aksine hem Balkanlar hem Afrika hem de Ortadoğu’daki ülkelerle ilişkilerini geliştirme çabası, söz konusu söylemle etkisizleştirilmeye çalışıldı. Özellikle Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan ve sonrasında Mısır dahil olmak üzere bölgede yaşanan toplumsal hareketlenmelerin tetiklediği Arap devrimleri, Türkiye’nin Ortadoğu ve Afrika bölgesiyle ikili ilişkilerinde de yeni bir evre açtı. Nitekim yaşanan sosyo-politik gelişmeler sonucunda, tek adam rejimleri, yerini halkıyla barışık demokratik iktidarlara bırakmış ve yönetici elitle halk arasında bir yakınlaşma söz konusu olmuştu. Türkiye’nin “model ülke” tartışmalarıyla konu olduğu bu dönem, aynı zamanda “Yeni Osmanlıcılık” söyleminin de etkisini artıran bir iklimin ortaya çıkmasına şahit oldu.Günümüzde her devlet çıkarları ölçüsünde belli ittifaklara dahil olmakta ve ittifak kompozisyonlarını çeşitlendirme arayışı içerisine girmektedir. Türkiye’nin “gönül coğrafyası” olarak tanımladığı alanlarda daha sıcak ilişkiler kurması ve bölgesel bir aktör olma tutumu tam da bu çeşitlendirme anlayışını yansıtıyor. İlk yazıda [1] cevabını vermeye çalıştığımız soru burada da geçerliliğini koruyor: Türkiye “otoriterleştiği” gerekçesiyle mi, yoksa dış politikada izlediği otonom politikalar sonucunda mı bu tür karşı söylemlere maruz kalmaktadır? Küresel alandaki belirsizliklerin yanı sıra bölgedeki istikrarsızlıkların da etkisiyle kendisini güncel gelişmeler ışığında revize eden Türk dış politikasının farklı söylem aparatlarıyla etkisizleştirilmeye çalışılması, bu açıdan daha da önemli hale geliyor.
Bütün bu söylem alanına ek olarak, bugünün dünyasında “Yeni Osmanlıcılık” olarak adlandırılan yayılmacı politikaların gerçekten ne düzeyde tatbik edilebilir olduğu ise başka bir soru olarak karşımızda duruyor. Böyle bir politikanın Türkiye tarafından benimsenip benimsenmediği ise ayrı bir tartışma konusu. Benzer biçimde bugün Körfez-Türkiye ilişkileri ve bölgesel düzlemde yaşanan bazı sorunlar da bu yaklaşımın bugün için ne kadar geçerli olduğu sorusunun sorulmasını mecburi kılıyor. Nitekim başta Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) olmak üzere Suud medyası, Türkiye’yi Osmanlının sözde sömürgeci geçmişiyle birlikte anmakta ve sömürgecilik üzerinden Türkiye’nin yayılmacı bir politika benimsediğini iddia etmekteler. Türkiye’nin kültürel diplomasi etkinliklerini en yüksek perdeden sınırlandıran bu ülkeler zaman zaman Türkiye karşıtı raporların fonlanmasında da öncü rol oynamaktalar. Tüm bu değişkenler hesaba katıldığında, günümüzde iddia edilen tarzda bir egemenlik ilişkisi talep etmek ve bunu gerçekleştirmeye çalışmak gerçekçi bir politik tutum olmayacaktır.
Son dönemde özellikle Doğu Akdeniz konusu ve Libya’daki askeri varlığın yanı sıra Azerbaycan-Ermenistan savaşının seyrinin teknolojik kapasite sayesinde bambaşka bir veçheye bürünmesi de Türkiye’nin olumsuz temsiline katkı sağlayan gelişmeler oldu. Burada şu soruları sormak konunun anlaşılması adına kritik önem arz ediyor: Türkiye özellikle dış politikada otonom bir siyaset modelinden vazgeçse ve geçmiş dönemlerde olduğu gibi statükocu bir modeli benimsese, Batı’daki Türkiye algısı ve çalışmaları hangi bağlamda yeniden şekillenmeye başlayacaktır? Diğer bir deyişle Türkiye Libya’da olmasaydı ya da Suriye’de Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı gibi güvenlik operasyonlarını yapmasaydı kendisiyle ilgili hangi temalar ön plana çıkarılıyor olacaktı? Türkiye TRT World, Anadolu Ajansı (AA), Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) gibi kurumlarla dışa açılmak yerine geleneksel pozisyonunu sürdürseydi, acaba kendisiyle ilgili nasıl bir temsil söz konusu olacaktı?
[AA, 4 Aralık 2020]