Çin, Almanya, Kuzey Kore, İran ve hatta tüm Batı Avrupa… Trump'ın tehdit ettiğİ ülkelerden bazıları. Çin'den ithal edilen ürünlerin bir kısmına ek gümrük vergisi koyması da aslında siyasi bir gerginlik sonucu Çin'i hizaya çekme amaçlı bir yaptırım değil, ekonomik kaygılarla uygulamaya konulmuş mali politikalar.
Gün sonunda dönüp bakıldığında bu ülkelerden hiçbirine bir yaptırım uygulamadı. Kimiyle anlaştı, kimiyle masaya bile oturmadı. Savurduğu tehditler yalnızca pazarlığı yukardan açmanın en ucuz numarası olarak kaldı.
Türkiye ile Menbiç pazarlıklarının kısmen sonuç vermesi üzerine ABD ile yeni bir başlangıç yapıldığı yorumları yapılırken ABD yönetimi bu sefer de Türkiye'yi tehdit etti. Evanjelik papaz Brunson'un serbest bırakılmaması üzerine önce yardımcısı Pence 'dini özgürlükler konferansında' Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ismini zikrederek Türkiye'ye tehditler savurdu. Brunson'un serbest kalmaması durumunda ekonomik yaptırımlar uygulayacaklarını açıkça dile getirdi. Brunson'un kızına yönünü dönerek teatral ifadelerle babasının serbest kalacağının sözünü verdi.
Ardından Trump'ın malum tweet'i geldi. Pence ile benzer ifadeler kullandı.
Bu tablo yönetimin bu açıklamaları planladığına işaret ediyor.
Trump'ın tutuklu ABD vatandaşlarının ülkeye getirilmesini gündem yaptığı ve bunun üzerinden bir başarı hikayesi ürettiği biliniyor. Kuzey Kore ile yapılan anlaşmada da, İran'la masaya oturduğunda da anlaşma maddelerinden biri Brunson durumundaki Amerikan vatandaşlarının kurtarılması idi. Brunson bu noktada Trump'ın Amerikan kamuoyu ve özellikle Evanjeliklere sunacağı bir başarı hikayesi olarak kenarda duruyor.
Yine de kamuoyuna açık bir şekilde ve yüksek dozajlı bir tehdit savurmaları şu soruyu akla getiriyor: Trump yönetimi gerçekten Türkiye'ye ekonomik yaptırım uygulamayı mı planlıyor yoksa bu açıklamaların başka bir bağlamı var mı?
Bazıları Türkiye'nin giderek özerk bir aktör konumuna gelmesinin ABD'yi rahatsız ettiğini savundu. Nitekim son bir kaç gün içinde Çin ile finansal alanda ciddi anlaşmalar imzalanırken Başkan Erdoğan BRICS toplantısına davetli olarak katıldı.
Kimisi İran konusunda ABD'nin istediğini elde edemediği için bu çıkışın yapıldığını dile getirdi. Kimisi de yaklaşan Kongre seçimlerini gerekçe gösterdi.
Buna göre Evanjelik klisenin kitlesel mobilizasyonu ve oy potansiyeli düşünüldüğünde seçime yapacakları etki Trump açısından kritik.
Kongre çoğunluğunu kaybetmemek yalnızca siyasi güç açısından değil, Trump'ın azledilmesi açısından da önemli.
Amerikan yönetiminin tehdit dili ve zamanlaması bu açıklamaların her birine haklılık payı veriyor.
Türkiye'nin bu tehdide söylemsel düzeyde mukabele etmesi gerektiği ortada.
Tehdit karşısında verilecek bir tavizin bir başka tavizin aynı yollarla koparılmasını kolaylaştırır. Dahası Türkiye kendi hukuk sistemine dışarıdan bu kadar kolay bir şekilde müdahalenin mümkün olmadığını da göstermeliydi ve gösterdi.
Dolayısıyla Dışişleri Bakanı ve Başkanlık sözcüsü düzeyinde yapılan açıklamalar Türkiye'nin haklı kaygılarını fazlasıyla yansıtıyor.
Fakat bu tepkilerden fazlasının bir panik halini yansıtması da olası ve bu pek de sağlıklı sonuçlar doğurmaz.
Türkiye'nin esas odaklanması gereken nokta ABD'nin sınırlarımızdaki etkinliği ve İran'a yönelik olası hamlelerinin fırsat ve maliyeti.
Bu olay ve etrafında koparılan tartışmalar bir kez daha gösterdi ki Türk-Amerikan ilişkilerinin iyi ya da kötüye doğru topyekün bir yönelimi söz konusu değil.
Mesele bazlı pazarlıklar, gerginlikler ve anlaşmazlıklara şahit olmaya devam edeceğiz.
Bu durum Türkiye'nin dış politikadaki en büyük başarılarından biri ama bu da başka bir yazının konusu.
[Fikriyat, 30 Temmuz 2018].