Bir bomba patladı Sultanahmet'te. İstanbul'un kalbinde, bir kadın kendini patlattı. Ve ne yazık ki Kenan Kumaş isimli bir polis bu kanlı terör saldırısında hayatını kaybetti. Eylemi, Türkiye'nin tanıdığı bir terör örgütü üstlendi. Berkin Elvan için yaptıklarını duyurdular bu eylemi. Kenan Kumaş'ı niçin katlettiklerini, iki aylık kızını neden öksüz bıraktıklarını böyle izah ettiler. Bu saçmalık karşısında insanın dili tutuluyor, ama işte burada, önümüzde, çırılçıplak duruyor.
Salı akşam saatlerinde Sultanahmet'te gerçekleşen eylemi üstlenen terör örgütü, AK Parti iktidarından 10 ay önce Taksim'de 2 polis ve bir Avustralyalı turistin öldüğü bir "canlı bomba eylemi" gerçekleştirmişti. 11 yıl, bu örgütten pek bir ses çıkmadı. Eylül 2012'de yeni bir canlı bomba eylemiyle, Sultangazi'de karşımıza çıktı örgüt. Bu saldırıda, Bülent Özkan isimli polis memuru öldürüldü. Bu saldırıdan iki ay sonra, iki gün arayla önce Yenibosna'da, ardından Gaziosmanpaşa'da canlı bomba saldırıları gerçekleştirdi.
2 ay sonra bu kez, Ankara'da ABD büyükelçiliğine saldırıda bulunuldu ve Mustafa Akarsu isimli güvenlik görevlisi hayatını kaybetti. Bir ay sonra 15'er dakika arayla önce Adalet Bakanlığı'na, ardından AK Parti Genel Merkezi'ne saldırıda bulunuldu. Aynı yılın eylül ayında örgüt, Ankara Dikmen Emniyet Müdürlüğü'ne roketli saldırı gerçekleştirdi.
Türkiye, bugüne dek birçok terör saldırısına maruz kaldı, birçok vatandaşını yitirdi. 1970'ler ve 1990'lar bu anlamda tarihimizin kara, kapkara devirleri. Türkiye, kaosun hükmettiği, yabancı istihbarat örgütlerinin keyfince cirit attığı dönemlerde patlayan bombalarla, faili meçhul cinayetlerle, yargısız infazlarla çalkalanıp durdu. Korku, hâkim duygu halini aldı.
Toplumu muzdarip hale sokan, sadece terör örgütlerinin saçtığı dehşet de değildi.
Toplum, devleti ceberrut bir zor aygıtı haline getiren aktörlerden de çok çekti. Her şey güvenlikleştirildi. Siyaset, ahlak, din, kültür. Toplumdaki farklılıklar tehdit olarak algılandı ve bastırılmaya çalışıldı. Baskılanan her unsur, kimlik olarak geri geldi. Kimlikleşme süreçlerine terör eylemleri eşlik etti. Sokaktaki Türk milliyetçilerinin içinden de, Kürt milliyetçilerinin içinden de, İslamcıların içinden de silaha yönelenler oldu.
Devlet de silaha yöneldi. Kimlikleşme süreçleriyle mücadelede silah başlıca çözüm aracı olarak görüldü. Asker de, polis de, istihbarat teşkilatı da "önce silah" dedi. Devlet, silahlı mücadeleyi her zaman yasal araçlar üzerinden de yürütmedi. Sahaya indi, gerektiğinde bir grubu bir başka gruba karşı silahlandırdı.
Devletin yanlış politikaları, terör örgütlerinin kendini meşrulaştırması için bir zemin sağlamış oldu. Terör örgütleri kendilerini "direniş örgütü", "kurtuluş hareketi" olarak yansıtma imkânı buldu. Bu süreçte, "Kürt sorunu", "iç savaş ortamı" ve PKK'nın varlığı irili ufaklı birçok örgüt için de bir "imkân" sağladı.
Türkiye'de bugün böylesi bir ortamın olduğunu kimse iddia edemez. Paralel evrende yaşayanlar için böylesi bir kısıtlama söz konusu olamaz elbette. Onlara serbest, zira orası paralel evren.
Burada, "Bu Ülke"de yaşayanlar, barış ve normalleşme odaklı bir siyasal ortamda olduğumuzun farkında. Türkiye, güvenlikleştirici ceberrut bir devlet aygıtından merkezinde çözüm arayışlarının olduğu bir devlete doğru yol alıyor.
Marksist literatürün içinden konuşalım da muhataplarımız anlasın: Türkiye'nin yaşadığı bu değişim sürecinde, terör eylemleri, kullanım değerini de, gösterge değerini de yitirmiştir. Olsa olsa terörün "değişim değeri"nden bahsedilebilir.
Yani karşımızda duran terör artık "alınır, satılır bir meta"ya dönüşmüş durumdadır. Alıcısı da, satıcısı da belli bir meta.
[Sabah, 8 Ocak 2015]