Bugün tam bir yıl olmuş...
Geçtiğimiz yıl 16 Aralık haftasına girdiğimiz Pazartesi günü yaşadığımız hissiyatı iyi hatırlıyorum: FED’in uçuracağı haberler, önceki hafta açıklanan %4,4’lük büyüme verisinin ve yolunda giden göstergelerin huzurunu kaçırır mı diye düşünüyorduk.
ABD’den gelecek olası bir “tahvil alımlarında azaltma” kararı sürpriz olmayacak ancak birçok gelişmekte olan ülke gibi bizi de az çok etkileyecekti. Oysa ertesi gün Türkiye’yi, FED’i gölgede bırakacak bambaşka bir şok bekliyordu.
17 ARALIK ŞOKU
O sabah piyasalar, Mayıs ayındaki FED dalgasıyla neredeyse eşzamanlı yaşanan Gezi örtüşmesine benzer bir sarsıntıya uyandığından habersizdi. Nitekim 17 Aralık’ta patlak veren olaylar, beklenen tapering açıklamasının da gelmesiyle birlikte çift bir etki yaratmakta gecikmedi. Risk primi ve döviz kuru uçuşa, borsa ise inişe geçti.
Sözü edilen haftalarda, Rusya, G. Afrika, Brezilya gibi gelişmekte olan birçok ülkenin para birimlerinde de FED sonrası beklenen değer kayıpları yaşandı ancak TL iç olaylar etkisiyle daha ciddi hareketler kaydetti. Risk ve borsa anlamında da, bizdeki iç şokun ekstra etkisi görülebiliyor.
Piyasaları alt üst eden bu süreç, sonrasında malum faiz artışıyla bir miktar duruldu ancak biz de durulduk. Hepsinin ötesinde, Türkiye’ye yönelik şiddetli algı zedeleme kampanyası ise, kolay silinmeyecek izler bıraktı.
Politik tartışmaları bir yana bırakın; iyi bir ekonomik veriyi dahi “Yok artık!” dedirtecek kadar alakasız yorumlayabilip yamuk bir şekilde servis eden maksatlı haberler, o günden bugüne dünyaya seslenmeyi sürdürüyor.
HİKÂYEMİZ YAZILDI
Ekonomimiz hakkında atılan spekülatif manşetler ısrarına devam ederken, Dünya Bankası ise geçtiğimiz hafta, “yükselen piyasalardaki politika yapıcılara örnek teşkil etmesi amacıyla”, kalkınma hikayemizi analiz eden bir rapor yayınladı.
Türkiye’nin stratejik önemine dair ifadelerle başlayan rapor, son zamanlarda çizilen “karamsar tablonun abartısına” dikkat çekerek başlıyor ve diyor ki: Türkiye’nin ekonomik kalkınma ve sosyal ilerleme alanındaki başarıları kayda değerdir ve yükselen piyasalar arasındaki başarı hikâyelerinden ilham almayı arayan birçok ülke için bunları görmezden gelmek talihsizlik olacaktır.
NEVER SAY DIE
Unutmak gerçekten talihsizlik olur: 2001 Krizi’yle neredeyse ölmüştük. Ancak vazgeçmedik ve ayağa kalktık. 2002 sonrası dönemi “come-back” olarak niteleyen rapora göre, Türkiye’nin geri dönüş hikâyesi, “yapısal reformların uygulanması”, “kamu hizmetlerine erişim sağlanması” ve “politik ekonominin değişimi” olmak üzere 3 ana faktörle şekillendi.
Burada 2000’li yıllarda politik ekonominin değişimi; uzun zaman sonra ilk kez kesintiye uğramamış bir tek partili hükümet döneminin yaşanması ve ordunun azalan rolünün yanı sıra, Anadolu’nun düşük ve orta gelirli kesimlerinin sesinin çıkmaya başlaması olarak açıklanmış.
Bugün için ise, Türkiye’nin orta gelir tuzağından kaçmayı başarmış ülkeler arasına girmesinin mümkün olduğunu ancak bunun için dönüşümün tamamlaması gerektiğini vurgulayan rapor, reformların derinleştirilmesi bakımından yeni bir sınavla karşı karşıya olduğumuzu belirtiyor.
Sınavdaki başarıyı, “entegrasyon, kapsama ve kurumlar” olmak üzere 3 ayaklı bir performansa bağlayan çalışma, hep konuştuğumuz konular olan, yatırımlar, dış finansmana bağımlılık, yüksek katma değerli ihracat, kadın istihdamı gibi hususları hatırlatıyor. Bunun yanı sıra, iş ortamı, hukuk, düzenleyici politikalar, hesap verilebilirlik ve vatandaşlık hakları gibi alanlarda kurumsal reformlarla iyileştirmelerin hızla artırılmasını öneriyor.
İSTİKRARSIZ 90’LAR
Rapor, 2002 sonrasındaki başarının ve bugün yapılması gerekenlerin yanı sıra, farklı detaylar da sunuyor. “Hikâyemiz, 1980’lerin başında Turgut Özal reformlarıyla başlıyor” diyerek giriş yapan analiz, ekonomimizi dünyaya açan reformları değerlendirirken, o yıllarda yeni bir girişimci neslin ortaya çıktığına da işaret ediyor.
Öte yandan, Özal’ın Cumhurbaşkanlığı’na geçmesiyle sarsılan ANAP iktidarıyla bozulan istikrar ortamının, ülkeyi yeniden koalisyon hükümetlerinin eline düşürdüğü hatırlatılıyor. Dile kolay; 90’lı yılları 9 koalisyon hükümetiyle geçirmişiz. Rapor da bu anlamda, o sıralar yeniden 70’lere dönen siyasi sistemin, ekonomik istikrarsızlığı beraberinde getirdiğinin altını çiziyor. Sürecin sonunda ise, malum, 2001 Krizi var.
Bu noktada eklemeden geçemeyeceğim: 90’ların sonunda, 28 Şubat post-modern sürecinin de, ekonomiyi perişan eden krizin tohumlarını ne haince attığını unutmayalım!
BİTMEYEN MÜDAHALELER
Aslında bu vatana, unutulmayacak ne çok hainlik yapıldı. Kimimizin büyüklerimizden dinleyip kaynaklardan okuduğu, kimimizin bizzat şahit olduğu, velhasıl bu güzel ülkenin acıyla tarihine kazıdığı ne darbeler, muhtıralar ve müdahaleler yaşandı. 2000’lerde ise bu girişimler, iyiden iyiye post-modernleşti.
Türkiye bir post-modern müdahaleyi daha atlatalı tam 1 yıl oldu. Etkileri ise hala sürüyor. Yanlışları düzeltmek, eksikleri gidermek boynumuzun borcudur. Gelmiş geçmiş ve gelecek tüm yolsuzlukların üzerine gitmek ise, bunun en önemli maddesidir. Ve sürekli dile getirdiğimiz reformlar, raporun da işaret ettiği üzere, kaçınılmaz ihtiyacımızdır.
Öte yandan, yapılacak reformların hiçbiri, ülkenin birliğini korumadan bir işe yarayamaz. Dolayısıyla millet olarak ortak menfaatler doğrultusunda kenetlenmemiz, unutmayalım ki; en hayati şarttır.
Zira ne kadar birleşirsek o kadar güçlü, ne kadar bölünürsek de o kadar zayıf olacağız. Mücadelelerle dolu uzun öykümüzden çıkarılacak ana fikir de, zaten bu değil midir?
[Yeni Şafak, 16 Aralık 2014]