19. yüzyılda güçlü bir ÅŸekilde ortaya çıkan Batı sömürgeciliÄŸinin arkasında yatan felsefi, ekonomik, siyasi ve kültürel temelleri hakkında neler söyleyebilirsiniz?
19. yüzyılda artık rafine bir program haline dönüÅŸen sömürgecilik arızi bir geliÅŸme deÄŸil Batı felsefesinin piÅŸirdiÄŸi kapitalizmin oldukça tabii bir neticesi olarak okumak lazım. Öyle ki, 1788 tarihli Britanya “Köle Ticareti Düzenlemesi” yasası altında, köle gemilerine sıkıştırılacak köle sayısında azami verimlilik saÄŸlamak üzere gemiler inÅŸa edilmiÅŸtir.
Bu gemilerin resimlerini ve planlarını basit bir internet taraması ile bulabilir herkes. Bakılmasını hararetle tavsiye ederim. Yeryüzü elbette köle veya köle ticareti kavramına yabancı deÄŸildi. Lakin Ä°ngiliz sömürgeciliÄŸinin köleliÄŸi getirdiÄŸi son nokta oldukça matematiksel, mühendislik ve fayda hesaplanması kavramlarıyla içkin bir hal oldu. Bu iÅŸte kapitalizmin yapısal hale dönüÅŸtüÄŸü yüzyıla kadar insanoÄŸlunun yabancısı olduÄŸu bir yaklaşımdı. Mesela iktisadi fayda ya da tartışması neoklasik iktisadın gündemine matematiksel modelleme anlamında köle gemisi tasarımı olgusundan çok sonraları girmiÅŸtir. Ä°lk girdiÄŸi anda da bir çok iktisatçı “utility”nin ne olduÄŸuna da pek akıl erdirememiÅŸtir. Bir fayda ve verimlilik hesabı üzerine Köle gemisini inÅŸa eden zihin neoklasik iktisat için kar realizasyonunu hitama erdirmiÅŸtir. Elbette bu realizasyon insana dair olan ne varsa paranteze alınarak yapılmıştır. Aksi takdirde “faydanın türevini” almak mümkün olmazdı!Anlatmaya çalıştığım sömürgeciliÄŸin doruk noktası olarak görülen 19. yüzyıl ÅŸaşıracağımız bir neticeyi dünya halklarına dayatmadı. Tam tersine kendi tabii seyrinin neticesinde baÅŸka bir sonuca ulaÅŸması zaten mümkün deÄŸildi. Bugün de aynı seyrin neticelerini daha yaygın ve mahkum bir ÅŸekilde idrak ve tecrübe ediyoruz. 1700’lerin sonunda inÅŸa edilen köle gemilerine insanlar cebren bindiriliyordu; bugün ise bu gemilere ücretini ödeyerek biniyor insanoÄŸlu. “Ä°nsan”ın bu gemilere binmesi mümkün deÄŸil elbette. Sadece “beÅŸer” bu gemilere ücretini ödeyerek binebilir. BaÅŸka bir deyiÅŸle, sorunuza sömürgeciliÄŸin arkasında yatan felsefi duruÅŸ, homo economicus’u vücuda getiren felsefi duruÅŸtan çok farklı deÄŸildir ÅŸeklinde de cevap verebiliriz. Öyle ki 15. yüzyıl sonrası filizlenmeye baÅŸlayan kapitalist dönüÅŸüm, geçmiÅŸ imparatorluklar, devletler ve siyaset mücadelesinden farklı bir perspektifi ortaya koydu. Bu perspektifin en amiyane ve arifane tarifi bence “dur(a)maksızın biriktirmektir”.
Kâr en basit tarif ile ilkel bir biriktirme demektir. Ham ÅŸahsi çıkarın biriktirme düzeyinde bir anlam ifade ettiÄŸi düÅŸünülemez. Åžahsi çıkar birikimin sosyal bir anlama kavuÅŸacağı yerlerde fark edilebilir hale gelebilir. Bu ise ÅŸahsi çıkar düzeyinden kâr düzeyine geçiÅŸin yapıldığı anlarda mümkündür. Neoklasik düÅŸüncenin kahramanı olan ideal homo economicus’u Crusoe’nun sosyal düzenekten yoksun biriktirmesinin hiç bir anlam ifade etmemiÅŸ olması gibi. Crusoe etrafında sosyal ÅŸartlar oluÅŸmadığından biriktirmekten bir süre sonra vazgeçmiÅŸ, yeniden insan düzeyine doÄŸru yol almıştı. BeÅŸeriyetine, kan dökmeye, biriktirmeye, alıp-satmaya baÅŸlaması etrafında kâr için elveriÅŸli sosyal ÅŸartların tekrardan oluÅŸmasıyla baÅŸlamıştı. Bu insanlığın belki de en acı krizlerindendir. Weber’in okumasıyla Calvinist ve ilk dönem Protestan düÅŸünce ile istilâ altına alınan insan, zühd ile kazanma hırsı arasına sıkışmıştır. Bu dilemma baÅŸka bir sıkışmayı; burjuva toplumu ve modernizm arasına hapsolmayı doÄŸurmuÅŸtur. Homo economicus burjuvanın estetik deÄŸerleri ile modernizmin soyut, illüzyonist, geometrik ve formel çizgilerine mahkum olmuÅŸtur. KurtuluÅŸu da baÅŸka bir reçetede, ÅŸahsi çıkarlarına postmodern koordinatlarda mecra arayarak bulma yoluna girdi. Lâkin, bu çabası da bir süre sonra beyhude olmuÅŸtur. Homo economicus’un insanlık krizinin diÄŸer bir önemli veçhesi de, piyasayı nihaî karar merciî ilan etmesiyle beraber ÅŸiddetle ihtiyaç duyduÄŸu (sürekli ve sınırsız) kârla barışık bir hukuk sistemi olmuÅŸtur. Bu, özel mülkiyetin tüm sosyal kodlardan istifa ederek salt hukukî bir nosyon haline gelmesinin de temelidir. Tüm bu düzenek artık homo economicus’un vücuda gelmesi için yeterli idi. Lutherci ve Calvinci müdahale ile birlikte son bir neÅŸterde kurumsalcılıktan istifa etmeyi saÄŸlayacak darbe ile yapılmalıydı. Aksi takdirde, Bentham’ın “hayal” olduÄŸunu söylediÄŸi “toplum”dan bireylerin çıkması mümkün deÄŸildi. EÄŸer her bir birey kendi ÅŸahsi çıkarının ötesine çıkıp kâr-zarar hesabı yapmayı becerebilirse, toplumun ancak o zaman umumi refahı hedonist bir cebir ile hesaplanabilir hale gelecekti. Böylesi bir hedonist cebirin iÅŸlevsel olduÄŸu yerde ise; artık ferdiyetçiliÄŸin azami seviyede fayda hesabını yapması mümkün olmuÅŸtur. Artık Smith’in “tabiî ÅŸahsi çıkarı” kaybolmuÅŸ yerini katıksız kâr almıştır. Bu kapitalin kendi tabiî dinamiÄŸi ile beÅŸerin sapmış hedeflerinin bir olduÄŸu andır. Meta fetiÅŸizminden nihilizme yolculuÄŸun tamamlandığı yerdir. Bu an aynı zamanda evrenseldir. Yerküre üstünde aynı nirvanaya ulaÅŸan herkesin paylaÅŸabileceÄŸi bir ahlaktır. Tarih-dışı, beÅŸeri ve yapısal bir haldir. Ä°smet Özel’in deyimi ile “herkesin müÅŸteri olduÄŸu”, insanın birbirinin kurdu olduÄŸu safhadır. Bu safha zekânın, ahlakın, sanatın ve insaniyetin istifa ettiÄŸi bir düzeydir. Kâr nirvanasına rücu eden insan artık beÅŸer düzeyindedir. Bu macera yakın zamana kadar bütün insanoÄŸlunun macerası deÄŸildi. En fazla Avrupalı beyaz adamın trajedisi ve sefaleti idi. En azından 20. yy.’ın ilk dönemlerine kadar kesinlikle böyleydi. Weber Katolik ahlakın kendisini üzerine bina ettiÄŸi skolastik adil fiyat ve ücret faraziyesinin nasıl olup ta kapitalizme direnemediÄŸini anlamaya çalışırken kafa yorduÄŸu mekanda yine Avrupa’dır. Yoksa, ticaretin, mübadelenin olduÄŸu her yerde kâr bir ÅŸekilde iktisadi hayatın içerisindedir. Nasıl olmuÅŸtu da, kapitalizm bir tek Avrupa’da rasyonel bir üretim sistemi halini almış, Puritan deÄŸerler sistemi ile meta sistemi (Weber’in Goethe’den devÅŸirdiÄŸi) “seçici alaka” noktasında buluÅŸmuÅŸtu? Neydi Avrupalıyı en ağır teolojik dogmatizmden seküler rasyonel dogmatizme sürükleyen? Bu suallerin hepsinin çok uzun ve detaylı cevapları olduÄŸu muhakkak. Lâkin, Fischer’ın 10-15. yy. arası Avrupa sosyal ve iktisadi hayatına dair yaptığı analizleri ve muhteÅŸem “insanlık durumu” manzaralarını takip ederek bir vasat fikre ulaÅŸmaya çalışırsak, varacağımız netice sadece ÅŸu olacaktır: Açlık! Artarda, asırlar boyu tekrarlanıp duran kıtlık, açlık ve hastalıklar. Bu manzaraları gözümüzün önüne getirdikçe, Batının, DoÄŸunun gizemli hazinelerine dair kurguladığı sosyal muhayyilenin ve sömürgeciliÄŸin ulaÅŸtığı vahÅŸetin sebeplerini de daha iyi anlayabiliyoruz. Ä°ÅŸte bütün bu hülasa “insanlık hali”nden bugün hâla neoklasik iktisadında temel taşı olan rasyonel homo economicus çıkmıştır. Artık rasyonel iktisadi insan kendi dünyasında kemâle ermiÅŸtir. Tek bir fonksiyonu vardır: Fayda fonksiyonu. Klasik iktisatçıların hiç birisinin havsalasının almadığı “faydanın hesaplanması” modern kapitalizm ile mümkün hale gelmiÅŸtir. Ä°nsanın mutluluÄŸunun baÅŸka bir ölçüsü olan “fayda”, modern kapitalizm ile rasyonel beklentilerin ÅŸekillendirdiÄŸi bir tercih eÄŸrisinden öte bir ÅŸey deÄŸildir artık. Ä°ÅŸin daha hazini, neoklasik iktisadın “faydayı” hedonist bir cebir ile hesaplarken kullandığı varsayımlar artık çok da havada, uçuk varsayımlar da deÄŸildir. Bundan sonra ferde dair farz edilen belli baÅŸlı metalarla olan ünsiyeti üzerinden inÅŸa edilen tercih eÄŸrisi salt teori deÄŸildir. Çünkü beÅŸer, gerçektende meta-sistemi ile ram olmuÅŸ, artık farazî olan ile gerçek olan arasındaki fark ortadan hızla kalkmakta, çoÄŸu kez tamamen eriyip kaybolmaktadır. Bundan sonra kapitalizmin tercihleri ferdin de tercihleridir. Bu nihilist düzey, küresel tüketici bireyin bulunduÄŸu yerdir. Rasyonel iktisadi beÅŸerin bu son hali sadece bir “an”dan ibarettir. Kapitalin tabiatı gereÄŸi homo economicus’un durması düÅŸünülemez. Bunun nedeni, Derrida’nın tesbitiyle söylersek “kapitalizmin olması gereken sınırı yine bizzat kendisidir”. Artık insanın insan düzeyinde meta ile olan iliÅŸkisinin kullanım-deÄŸerine dönük tabiatı bizzat deÄŸiÅŸim-deÄŸerinin kullanım deÄŸerini sultası altına alması noktasına varmıştır. Bundan sonra insan düzeyinde bir iktisadi faaliyetten bahsetmek mümkün deÄŸildir. BeÅŸer artık Nietzsche’nin “güç istenci” izleÄŸinden takip eden Deleuze ve Guattari’nin ortaya koyduÄŸu üretim arzusunun gayri-tıbbî anlamdaki ÅŸizofrenisine müptelâdır. Homo economicus, uzuvları olmayan bir (bedenden) ‘arzulayan makinadan’ ya da “özne”den ibarettir. Bu ÅŸekilde özneleÅŸmiÅŸ ya da beÅŸerleÅŸmiÅŸ insanın vücuda getirdiÄŸi toplumda artık Marxist bir sınıf çatışmasından ve antagonizmanın canlılığından bahsetmekte mümkün deÄŸildir. Bundan sonra rasyonel iktisadi birey varolan yegâne sınıfın en realist temsilcisidir, kapitalist mikrokozmozun kendisidir. Bu sınıf ise köle sınıfından baÅŸkası deÄŸildir. Ä°nsanın beÅŸerleÅŸip köleleÅŸtiÄŸi ve herkesin bu zillete mahkum olduÄŸu bir dünyada kim kiminle ne adına, hangi ulvî deÄŸer için çatışmalıdır? Özellikle günümüzde yeni bir boyut kazanan yeni sömürgecilik, hareketinin ortaya çıkışını ve felsefi temellerini nasıl deÄŸerlendirirsiniz?
Öncelikle bu suali sorgulamak gerekiyor. Gerçekten “yeni sömürgecilik” hareketinden söz edebilir miyiz? YaÅŸadığımız çaÄŸ itibariyle sömürgeciler ve onların özneleri baÄŸlamında yapısal bir farklılıktan söz etmek mümkün müdür? Hasılı kelam deÄŸiÅŸen nedir? Ben durumumuzun 19. yüzyıldan çok daha farklı olduÄŸunu düÅŸünmüyorum. 1800'de Batılı güçlerin yeryüzünün %35'ini, 1880'de %67'sini ve 1914'e vardığımızda dünyanın %85'ini farklı formlardaki tahakkümlerle sömürgeleri haline dönüÅŸtürdüklerini gözümüzün önüne getirirsek ya da 1800’lerde zengin ülkeler ile geri kalmış ülkeler arasındaki GSH dengesinin 3:1 iken 1990’larda bu paritenin 82:1 olduÄŸunu hatırlarsak deÄŸiÅŸenin gerçekten ne olduÄŸunu sormamız gerekir. Bugünün dünyası, yaÅŸlı yeryüzünün daha önce hiç görmediÄŸi kadar büyük zenginlik ve yaygın fakirliÄŸin bir arada olduÄŸu tenakuz portreleriyle dolu. BM, 5 Ay önce açıkladığı raporda “Zengin %2, dünya zenginliÄŸinin yarısını elinde bulunduruyor” sonucuna ulaÅŸmışsa da, bu vahim sonuç analizlerde kendisine yer bulamamaktadır. Bir milyara yakın insan temiz suya ulaÅŸamıyor. Hepsinin ötesinde, insanoÄŸlunun çok uzun bir zamandır, küresel anlamda insanı doyurmanın yollarını bulduÄŸu bir dönemde, 2003 yılı BM Kalkınma Raporuna göre 800 milyona yakın insan açlık çekmektedir. Yukarıdaki tablo kapitalizmin küresel anlamda bir yayılma ve sermayeyi biriktirmeye baÅŸladığı dönemlere kadar ortada yoktu. Dolayısıyla yaÅŸadığımız süreç bir taraftan kapitalin tabiatı gereÄŸi ÅŸaşılacak bir durum deÄŸilken, diÄŸer taraftan da bu sürecin ideolojik ve teorik meÅŸruiyetini hazırlayan neoliberal iktisadi ve siyasi uygulamaların neticesidir. Evet, yaÅŸlı yeryüzünün can çekiÅŸen en son resmi salt iktisadi bir menkıbenin mesuliyeti deÄŸil, aynı zamanda liberal siyaset felsefesinin sefil sonuçlarındandır. O halde, bu tablodan kaynaklanan sorunlar nasıl çözülecek¬¬? Kimsenin kolay ve kestirmeden çözümleri olmadığı muhakkak.
Sürmekte olan sömürgecilik ile uluslar arası kuruluÅŸlar (NATO, BM, AB, IMF, Dünya Bankası vb.) bir iliÅŸki kurulabilir mi?
Son 5 yıl içindeki geliÅŸmelerin, -Afganistan ve Irak iÅŸgalleri, Amerika, Avrupa ve Çin arasında geliÅŸen jeopolitik ve jeoekonomik saflaÅŸmalar- ortaya çıkarmış olduÄŸu gerçek, küresel örgütlerin artık neredeyse iÅŸlevsiz bir hale geldiÄŸidir. Bu tespit elbette küresel örgütlerin tamamen anlamsız hale geldiÄŸine delalet etmez. Fakat vakıa küresel örgütlerdeki kurumsal ÅŸemanın ezici ana gövdesini oluÅŸturan kitlenin, azınlığı teÅŸkil eden kuzeyli kitle karşısında ÅŸamar oÄŸlanına dönüÅŸmüÅŸ olmasıdır. Küresel organizasyonlarda bir hiyerarÅŸinin olması kaçınılmazdır. Siyasi doÄŸruculuk, liberal adalet ve eÅŸitlik nosyonlarına gözü kapalı bir ÅŸekilde iman etmemiÅŸ olan her aklıselim yaklaşım, belli bir hiyerarÅŸinin bu tarz kurumlarda kaçınılmaz olduÄŸu hakikatini teslim edecektir. Sorun bundan ziyade hiyerarÅŸinin hangi kıstaslara göre kurulduÄŸu ve yönetim hiyerarÅŸisi içinde fiilen bulunamayanların nasıl bir adalet mekanizması ile ve ne kadar korunduÄŸu meselesi ile ilgilidir. Belli baÅŸlı küresel örgütlerde bugün yaÅŸanan durum ancak iki katmanlı nihilist bir kast sistemi hiyerarÅŸisi diye tarif edilebilir. Hemen her küresel kurumda bu iki katmanlı kast sisteminin üst tarafında veto hakkına sahip olan kuzeyli azınlık ve altında kabaca dünyanın geriye kalan halklarını oluÅŸturan güneyli çoÄŸunluk bulunmaktadır. Güneyli çoÄŸunluk içerisinde herhangi bir hiyerarÅŸik ayırım olmaması ve tüm önemli kararlarının kast sisteminde üstün olanlar tarafından nesh edilebilmesi, iptal edilebilmesi gibi hakikatlerden dolayı küresel örgütlerin durumunu özetleyen en güzel ifade bütün hiyerarÅŸik düzeylerin anlamsızlaÅŸtığı ‘nihilist bir girdap’ olsa gerek. Küresel örgütler daha çok II. Dünya Savaşı sonrası dünya sisteminin vücuda getirdiÄŸi BirleÅŸmiÅŸ Milletler, IMF, Dünya Bankası ve son dönem yeni yapısıyla hayata geçen Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi ana veya ÅŸemsiye örgütlerdir. Bu kurumların iki temel vasfı bulunmaktadır. Dünya savaşı sonrası küresel siyasi istikrar ihtiyacını karşılamak; finansal ve ticari liberalizasyon sonrası küresel kapital akışının planlanmış yapısal mecranın dışına çıkması ihtimalini bertaraf etmek. Ä°lk amaç, II. Dünya savaşı sonrası acil bir düzenleyici kurumsal yapının inÅŸasına BM aracılığıyla, özellikle savaşın en büyük galibi Amerika himayesinde ve soÄŸuk savaÅŸ dengelerine uygun bir biçimde, bir süre yerine getirmiÅŸtir. Farklı dönemlerde ise BM’deki güç dengelerinin deÄŸiÅŸtiÄŸi her durumda ABD ve veto hakkına sahip diÄŸer ülkeler, veto hakkını kullanarak, kendilerinin istediÄŸi dışında hiçbirÅŸeyin geçmesine doÄŸru dürüst izin vermemiÅŸlerdir. SoÄŸuk savaÅŸ sonrasında BM’nin dünyanın nizamı için, tamamen iÅŸlevsiz hale geldiÄŸi yani bir açıdan ABD çıkarlarına uygun olmadığı durumlarda da küresel bir örgütlenme olmayan NATO gibi kurumları öne çıkartarak müdahalelerde (Bosna) bulunmuÅŸtur. Öte yandan küresel finans sistemini yöneten ve kontrol altında tutan kurumlarda, aynı ÅŸekilde hegemonik gücün ekonomi-politik vasıflarının diÄŸer bölgesel güçler karşısında pozisyon kayıplarını engelleme vazifesinden öteye geçmedi. Bu manzara soÄŸuk savaÅŸ döneminin kapanması ile birlikte sadece müÅŸahhas bir hal almadı, aynı zamanda kahir ekseriyeti oluÅŸturan güneyin tepkisini yavaÅŸ yavaÅŸ dile getirmesine de yol açtı. Lakin bu tepkilerin dile getirildiÄŸi küresel kurumlardaki hiyerarÅŸi çıkmazı, bütün tepkileri anlamsızlaÅŸtıran, nihilist bir düzlemde ifade edilmesine yol açan bir yapısal kurgu olduÄŸundan, tepkilerle birlikte kurumlar da birer birer aynı küresel nihilist girdaba saplanmaktan kurtulamadılar. Bugün BM’nin, IMF’in ve DTÖ’nün Güney için iÅŸlevsiz hale gelmiÅŸ olması bu nihilizmin en bariz örneklerini teÅŸkil etmektedir. Özellikle Irak savaşı öncesi BM’de yaÅŸanan ve mizansen halini alan hegemonik gücün savaÅŸ prezantasyonlarıyla zirve yapan bu süreç, IMF’in bir tek baÅŸarı hikayesine sahip olamaması ve DTÖ’nün temel kararlarının bizzat kararları aldıranlar tarafından her seferinde çiÄŸnenmesi (Amerika ve Avrupa’nın gümrük duvarları ve anahtar ürünlere verdikleri destekler) ile güney için tamamen anlamsızlaÅŸan kurumsal yapılar haline dönüÅŸmelerini saÄŸladı. Bugün küresel anlamda yaÅŸanan adaletsiz ticaret ve eÅŸitsizlik yine bizzat Bretton Woods kurumları altında eriÅŸtiÄŸimiz bir tablodur. DTÖ’nün resmi ağızlardan ‘en kotü kararlar bile kararsızlıktan’ daha iyidir yaklaşımı ve Güney’in çogu kez çaresizlikten kabul ettiÄŸi kararlar; bugüne kadar küresel ticarete de, eÅŸitsizliÄŸe de neoliberal serbest ticaret yaklaşımının iddia ettiÄŸi ÅŸekilde pozitif olarak yansımadı. Anrew Rose’un ses getiren (American Economic Review, 2002) makalesinde de ortaya koyduÄŸu üzere; GATT sisteminden bu yana küresel ticaret katlanarak büyüdü, ama bu artış hem DTÖ çatısı altında olan ülkeler hem de olmayanlar için beraberce oldu. O halde mesele Bretton Woods kurumları altında bulunmak veya bulunmamak deÄŸildir. Asıl üzerinde durulması gereken, ülkelerin bu kurumlar altında ekonomi-politik olarak rehin alınması için çaba sarfetmek yerine daha adaletli açılımların yapılmasıdır. Bu açılımlar her gündeme geldiÄŸinde Kuzey tarafından ya engellenmekte ya da alınan kararlar bizzat kendileri tarafından (Mesela, Bush yönetiminin çelik ithalatına karşı gümrük duvarını yükseltmesiyle) delinmektedir.
1947’de, II. Dünya Savaşı’nı müteakiben 23 ülkenin baÅŸlattığı uluslararası ticaret görüÅŸmeleri bugünkü Dünya Ticaret Örgütü’nü (DTÖ) vücuda getirdi. Yarım yüzyıldır devam eden görüÅŸmeler Kuzeyin, Güneyin nerdeyse bütün gümrük duvarlarını yıkma süreci olarak geçti. Yaygın ekonomi-politik düÅŸünce bu döneme ticaret liberalizasyonu da demektedir. 9-14 Kasım 2001’de Doha’da yapılan DTÖ VI. Bakanlar Konferansı sonrasında Güneyin bu makus talihini kırmaya yönelik ilk söylemsel adımlar atıldı.
Özellikle GeliÅŸmiÅŸ Ülkelerin tarım sektörüne verdikleri ihracat sübvansiyonları ve iç desteklerini azaltmaya yönelik ilk giriÅŸimler baÅŸlatılmış oldu. Haziran ayında Cenevre’de yapılan DTÖ mini-bakanlar toplantısında, son 5 senedir yaÅŸanan tıkanmanın bir benzeri vuku buldu. Kuzeyin temsilcisi ülkeler (ABD ve AB) tarımda sübvansiyonlar hususunda nerdeyse hiçbir ilerleme saÄŸlanmayacağının iÅŸaretlerini net bir ÅŸekilde verdiler. Öyle ki Kuzey, Güneyin kendisine satacağı “patates”in iç piyasadaki maliyetine bile katlanmaya yanaÅŸmıyor. 24 Temmuz 2006’da yapılan toplantı beklentileri boÅŸa çıkarmadı ve DTÖ Doha Turu da “çöktü”. G-6 (Avustralya, Brezilya, Hindistan, Japonya, AB ve ABD) olarak bilinen ülkelerin 14 saat süren toplantısının ardından bir sonuca ulaşılamadığı ve yeniden görüÅŸme takviminin de olmadığı resmen duyurulmuÅŸ oldu. Seattle toplantısı ile çeliÅŸkileri medyatik hale gelen, 2003 Cancun konferansı ile de görüÅŸmelerin fiili olarak durmasına ÅŸahitlik eden DTÖ’nün, ilerleme kaydetmediÄŸi turlarına geçen seneki Hong Kong’tan sonra Doha da eklenmiÅŸ oldu. Hong Kong toplantısının akıbetini “Kuzey serbest ticaret istemiyor” ÅŸeklinde özetlemek mümkündü. Doha Turunun çöküÅŸünü ise “Kuzey 1.2 milyar Güneylinin günlük 1 doların altındaki gelirlerine de göz dikti” ÅŸeklinde özetlemek mümkün.
Buraya kadar aktardığımız deÄŸerlendirmelerin bizlere öÄŸrettiÄŸi tek ÅŸey DTÖ çatısı altında yaÅŸanan tıkanmaların birer “hazin son” olmadığı, aksine neoliberal sürecin zaten baÅŸlı başına “tuhaf” olduÄŸudur. Bugün cari küresel örgütlerin hepsinde DTÖ’ye benzer bir tıkanma bulunmaktadır. Dünya-sistemi Kuzey’in tahakkümü altında bu denli boÄŸulduÄŸu sürece ne BM’deki ne de DTÖ’deki “nihilist kısır döngüyü” aÅŸmak mümkün olmayacaktır. Dünya halklarının ekseriyetine tavsiye ettiÄŸi ya da dayattığı hiçbir adımı kendisi atmaya yanaÅŸmayan Kuzey, Güneyli halklardan gelen ÅŸikâyetlere de ancak bir süre daha kulak tıkayabilir. YaÅŸanan vurdumduymazlık küresel sistemin krizinin de özüdür. ABD ve AB, Güneyin çaresizliÄŸinden dolayı “krizi” yönetebileceÄŸini düÅŸündüÄŸü sürece de küresel eÅŸitsizlikler büyümeye devam edecektir. Güneyi yaptığı ihracat ile bir meta-fetiÅŸizmine boÄŸan Kuzey; Güneyin kendisine ihraç edeceÄŸi “patates ve domates”ten korkmaktadır. Kuzey korkularını yenemediÄŸi sürece de küresel bir iktisadi adaletten bahsetmek mümkün olmayacaktır.
Sömürgecilik faaliyetlerini sadece askeri müdahalelerle açıklamak ne kadar mümkündür. SömürgeciliÄŸin sosyal, kültürel, dini boyutları hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Batı'nın iddialarının bir fetiÅŸizm haline dönüÅŸmüÅŸ olması kendi halinde bir seyrin neticesinde gerçekleÅŸmedi. Kapitalizmle simetrik bir mecra izlemiÅŸ olan bu "yaratıcı tahripkârlık" süreci oldukça bilinçli bir ekonomi-politik tasavvurun hayata geçirilmesi ÅŸeklinde zuhur etti. Bu sürecin ahlakî boyutunu veya maliyetini Antonio Gramsci'nin çözümlemesiyle okursak, beraberinde bir "kültürel hegemonya" inÅŸa ettiÄŸini görürüz. Bu hegemonyanın, Gramsci'nin vurgu yaptığı bir çok farklı veçhesinin ötesinde, bizce en can alıcı yönü vücuda getirdiÄŸi hegemonik dildir. Bu dil belli bir kültür mayasından beslenen ve Batı dışındaki dünyaların yabancısı olduÄŸu, insanlık geçmiÅŸlerinden böylesi bir tecrübenin izleÄŸini takip edemeyecekleri, en hafif ifade ile "yeni" olan bir fenomendi. Bu yeni olgunun en belirgin özelliÄŸi ise, kendisinde olmayan bir "insanlık tecrübesini" baÅŸka havzalardan hoyratça kotarması, kendisine mal etmesiydi. Dikkat edilirse medeniyet jargonu merkezli tartışmaların ekseriyeti de, batının bu kotarmayı yaptığı dönemlerde, bizzat Batı tarafından baÅŸlatılmış stratejik tartışmalardır. Bu tespiti yapmamızın sebebi, Batının, bu münazaralardan, sahip olmadığı bütün tarihsel, ahlakî, siyasî ve hepsinden önemlisi insanî bir "sözde birikimle" çıkmış olmasındaki çeliÅŸkilere dikkat çekmek içindir. Sahi, nasıl olmuÅŸtur da, Batı, yeryüzünün tarihini, tecrübesini ve birikimini kendisine mal edebilmiÅŸtir? Vakıanın bizce iki yönü vardır: Batının ahlak dışı bir ÅŸekilde kotarması ve bu talana "aÅŸağılık kompleksi" içerisinde destek veren post-kolonyal özneler. Hakikaten, Batı post-kolonyal dönemde, post-kolonyal özne haline getirdiÄŸi (bir kısmının da gönüllü olarak geldiÄŸi) halklar ve onların ürettiÄŸi sosyal-siyasal muhayyile olmasa idi icat ettiÄŸi fetiÅŸizmi dünya üstünde tesis edemezdi. Bu tespitimiz, ister istemez, sömürülen halkların niçin böylesi bir vazifeyi ihtiyarî veya gayri-ihtiyari olarak kabul ettiÄŸi sualini karşımıza getirecektir. Ä°ÅŸte bu noktada, bu makalenin üstünde yoÄŸunlaÅŸmak istediÄŸi meseleye ulaÅŸacağız: Batı ekonomi-politik kavramsallaÅŸtırmasını, üretim ahlakını, insandan-tarihten-Allah'tan soyutlanmış "toprak-emek-kapital" kurgusunu tarihin sonu olarak pazarlamayı baÅŸardığı sürece; yenilmiÅŸ ve kaybetmiÅŸ halkların kısa vadede bir baÅŸarı hikayesine olan acil ihtiyacını tahrik edebildiÄŸi sürece kendisini müdafaa edebilmektedir. Kapitalizmin yapısal bir ÅŸekilde toprağı, emeÄŸi ve kapitali ÅŸekillendirdiÄŸi, kapitalistin kültür ve dünya tasavvuru çerçevesinde ete-kemiÄŸe büründürdüÄŸü inkâr edilemez bir hakikat olarak karşımızda duruyor. Lâkin, bu hakikatın bir vakıa olarak insanlığın hayatında arzı endam etmesi ebedi olarak deÄŸiÅŸmeyeceÄŸi anlamına gelmiyor. Ä°ÅŸte bugün insanlığın yaÅŸadığı krizin birinci dereceden veçhesi bu hakikatin öncelikle deÄŸiÅŸmeyeceÄŸine batılı anlam haritaları içerisinde ikna olmak ve bu kabül sürecinin ardından da batı adına, kapitalizm adına ne varsa birer fetiÅŸ haline dönüÅŸtürülmesidir. Bir sınıf mücadelesini, ahlak mücadelesini, toprak ve haysiyet kavgasını anlamsızlaÅŸtıran girdap bunun ta kendisidir. Böylesi bir nihilizm safhasında insanlığın Avrupa'dan öÄŸreneceÄŸi tek ÅŸey ders almaktan ibarettir. O ders ise ancak Avrupa-merkezci tefekkür dünyasının bayağı hudutlarından kurtulmakla mümkündür. Bize ait, bizim topraklarımıza ait, bizim anlam haritamızda bulabileceÄŸimiz mevzileri yeniden kazmayı düÅŸünmekten korkmamak gerektiÄŸini zihnimize kazıyarak iÅŸe baÅŸlayabiliriz. TopraÄŸa, emeÄŸe ve kapitale dair kendi nazarımızdan bakmaktan çekinmediÄŸimiz anda yeni cümleler kurmaya baÅŸlayabiliriz. Batının kendi dışındaki dünyaya dair yaptığı en tahripkâr müdahale serpiÅŸtirdiÄŸi "korku tohumlarıdır". Korku mitleri üstünden inÅŸa edilen bütün sosyal ve siyasal muhayyileler, son tahlilde, Batının birer post-kolonyal öznesi olmaktan kurtulamazlar. Bu acı neticenin vuku bulması çoÄŸu kez batının bizzat her merhalesine müdahil olduÄŸu bir süreçte deÄŸildir. Zira bu korkuların çoÄŸu Batı dışındaki dünyanın kapitalizm karşısında fiilî olarak çaresizliÄŸinin birer nihilist uzantısıdır. Bu nihilist kurguyu kırmak meselenin özüdür, zira asıl mesele Avrupadan önce de insanlığın bir tarihinin olduÄŸunu, Avrupadan sonrada olacağına inanmakla baÅŸlar. Hatta bir adım daha atıp, insanlığın varoluÅŸ mücadelesinde Batının doldurduÄŸu yerin cürmünü tespit etmek gerekir. Belki bu tespitten sonra yeisten çok ümidin var olduÄŸu keÅŸfedilecektir. Kapitalizmin varolmasının tartışmasız tek bir ÅŸartı var: Durmaksızın biriktirmek. Böylesi bir devinim içerisine "toprağı, emeÄŸi ve kapitali" koyduÄŸumuzda yabancılaÅŸma kaçınılmazdır. Bu döngünün devam edebilmesi için kapitalist sistemin üç sacayağı olan unsurların hepsinin istisnasız bir ÅŸekilde tüm sosyal ve tarihi dokudan arındırılması gerekir; eÄŸer böylesi bir yalıtım yapılamıyorsa da sistemle barışık hale gelmelidir. Ezcümle ne toprağın tarihsel yükü, ne emeÄŸin sosyal yükü ne de kapitalin paylaşım yükü kapitalizmin biriktirme döngüsüne çomak sokacak tarzda olmamalıdır. Böylesi bir denge, aynı zamanda, Batılı anlatının ne kadar kırılgan bir yapısal zemine oturduÄŸunu görmek açısından da ehemmiyetlidir. O halde, toprak kapitalin istediÄŸi gibi at koÅŸturduÄŸu bir mekan olma konusunda direnirse, emek kapitalin arzu ettiÄŸi homo economicus olmayı kabul etmediÄŸi zaman ve kapital, kapitalistin istismar etmek istediÄŸi ÅŸekilde mülk sahipleri arasında dolaÅŸmakta zorluk yaÅŸadığı anda Avrupalı nasıl bir uygarlık dili kullanacaktır? Ne söyleyecektir bize? Toprağı sadece yatırım mekanı olarak gören, emeÄŸi salt fayda denkleminin üretim aracı haline getiren ve kapitali daha fazla sermaye biriktirmenin yolu olarak kurgulayan Batının insanlığa söyleyecek neyi vardır? Ä°nsanlığı kendi nihilizmine davet eden kapitalist dünya algısının elinden daha fazla biriktirme ve Avrupanın 10.yy'dan kalma açlık sendromunu elinden aldığımızda geriye ne kalmaktadır? Batının karnını daha fazla doyurmaktan, doysa bile stok yapmanın gayri insanî yollarını icat etmekten baÅŸka yeryüzüne hediye ettiÄŸi ne vardır? Yeryüzü tarihinde ilk kez batılı kapitalist kurgu sayesinde yapısal açlıkla karşı karşıya kalmıştır. Ä°nsanoÄŸlunun tarihinin hiçbir döneminde görmediÄŸi yapısal açlık niçin batı ve onun paradigmaları eliyle yeryüzüne hediye edilmiÅŸtir? Bu cümleler romantik bir yaklaşımın tepkici özensiz terkipleri deÄŸildir. Neoliberal tepkileri duyar gibiyiz. Batının “tabiata saÄŸladığı üstünlükten” (ki doÄŸrusu tahakkümdür) dem vurmaya baÅŸlayıp, demokrasi-insan hakları mırıldanmalarına hızla atlayan paketlenmiÅŸ fetiÅŸlerin nihilist bir edâ ile haykırıldığını kulaklarımızda hissediyoruz. Fanon'yu hatırlarsak bize yardımcı olacak, zihin açıcı olacak bir mecraya doÄŸru kayabiliriz. Fanon "yeryüzünün lanetlilerini" kendileri olmaya çağırıp, Batının onlara verdiÄŸi hiçbir reçetenin ve ilacın dertlerine derman olamayacağını söyler; dahası, "ilk kurÅŸunu" kafalarındaki Batıya sıkmadan özgürleÅŸemeyeceklerini ifade eder. Çünkü Avrupa muhayyilesi, bir "oluÅŸun" sonucu deÄŸildir, zira o "icat edilmiÅŸtir". Fanon "komprador zihinlerin" böylesi bir isyanı tahayyül bile edemeyeceklerini zikreder. Bu meyanda Batı dışındaki dünya halklarının önünde fazla tercih imkanı yoktur. Ya Batıya aÅŸağıdan bakmaya devam edecekler ve bir süre sonra bu mekânlarına râm olacaklar ya da yukardan bakmaya baÅŸlayıp kendilerine biçilen mevkiyi terkedecekler. Ezcümle, Wallerstein'ın "sonbahar" metaforu ile ifade edersek, kapitalizmin batının hamuruyla bugün insanoÄŸluna lutfettiÄŸi renkli görüntüler olduÄŸu mukakkaktır. Homo economicus'u ziyadesiyle "meÅŸgul" ve "iÅŸgal" edecek renklilikte bir hayat vadetmektedir. Ä°nsan ile homo economicus arasındaki farkı teslim edecek kadar insaf sahibi olanlar, Batı'nın sözümona uygarlığına ne kadar itibar edilmesi gerektiÄŸini idrak edeceklerdir. HerÅŸeyin ötesinde, bugün yaÅŸanan kapitalist renklilik sonbaharın renkliliÄŸini andırmaktadır. Kimse sonbaharın renklerinin mucizevi cazibesini inkâr edemez. Lâkin ancak aklı evvel ÅŸairler sonbahara aldanırlar. Zira sonbahar ismi üstünde bir sondur!