Hatırlar mısınız bundan 13 ay önce 30 Mart yerel seçimlerine bir hafta kala nelerle cebelleşiyorduk. Hep beraber bürokratik oligarşinin paralel devlet yapılanması formunda yeniden hortladığına tanıklık etmiştik.
Türkiye'de yaşayan ve siyasetle bir biçimde hemhal olan bizler bürokratik oligarşinin seçimlerden önce yüzünü gösterip siyasete, siyasetçilere ayar vermeye çalıştığını biliriz.
Ama aynı zamanda 2002'den bu yana bürokratik oligarşi ve işbirlikçilerinin bu çabalarının boşa çıktığını da biliriz. Nitekim 2010'lara geldiğimizde, demokratik siyasete yönelik vesayet girişimlerinin son bulduğunu, siyasetin normalleştiğini düşünmeye başlamıştık.
Gerçekten de Türkiye bir normalleşme sürecine girmiş, bütün engellemelere rağmen AK Parti hükümetleri sivil-asker ilişkileri, din ve vicdan hürriyeti, devletin tarafsızlığı, azınlık hakları, eşit vatandaşlık vb. alanlarda Cumhuriyet tarihinde eşi benzeri görülmemiş adımlar atmıştı. Devletin hem geçmişiyle, hem toplumuyla, hem de bölgesiyle helalleştiği yeni bir siyasal iklim yaratılmıştı.
2011 seçimlerinden sonra, ülkenin demokratikleşmesi için gereken yapısal adımların bir an önce atılması gerektiği konusunda kendilerine "demokrat" diyen kesimlerde bir söylemsel ortaklaşma yaşandı. Bu çerçevede Meclisin bir an önce yeni, sivil bir anayasa yapması gerektiği vurgusu çok geniş bir kesim tarafından dillendirilmeye başlandı.
***
Sonrasını hepimiz biliyoruz. Söz konusu söylemsel ortaklık dağıldı. İyi ki de dağıldı.
Zira söylemsel ortaklığın bazı tarafları kendilerini siyasi iktidarla bir koalisyon içinde hissettiler ve onun iktidarından pay talep ettiler.
Sürecin siyasi liderliğini, dolayısıyla riskini üstlenen Tayyip Erdoğan bu talebi sert bir şekilde reddetti. Kendisine "oy senden akıl bizden" densizliğiyle yaklaşanları, meşru siyasal iktidardan gayrimeşru biçimde iktidar talebinde bulunan aktörleri ifşa etti.
30 Mart yerel seçimlerine tamamen, 10 Ağustos Cumhurbaşkanı seçimine kısmen bu havayla girdik. Siyaset karşıtı vesayetçi odaklar şanslarını denediler ve başaramadılar.
Erdoğan'ın halkın yüzde 52 oyunu alarak Cumhurbaşkanı seçilmesi ve AK Parti'de sancısız bir geçiş döneminin yaşanması siyaseti dolanarak iktidar olma imkânını ortadan kaldırdı.
***
Bu yeni ortam, AK Parti'nin normalleşme gündeminin başarısıdır. Bu yeni ortam siyasi partileri iki şeyi yapmaya icbar etmiş durumda. Bundan böyle siyasi partiler pozitif bir siyasi gündemle halkın karşısına çıkmaya mecburlar. Zira AK Parti'yi irtica yahut bölücülük mitiyle terbiye etme çabası işlevini yitirmiştir. AK Parti iktidarını askeri darbeyle yahut yargı müdahalesiyle yerinden etme şansı da kalmamıştır. Aynı şekilde, Erdoğan yönetimini tüm dünyaya diktatörlük olarak pazarlamak suretiyle bir siyasi kazanım elde edilemeyeceği de görülmüştür. Muhalefet partilerinin seçim beyannamelerini bu çerçevede okumak gerekir.
İçinde teneffüs ettiğimiz yeni siyasi ortamın siyasi partileri icbar ettiği ikinci şeyse, gerçekçi bir siyaset tasavvuru inşa etmeleridir.
Söz konusu gerçekçi siyaset tasavvurunun da iki boyut var. Birincisi, bu siyaset tasavvurunu dillendiren aktörlerin sahiciliği.
Bu sahiciliği sağlayacak olan şey ise, siyasal aktörlerin kendi geçmişleriyle ilişkileri ve söylemlerindeki tutarlılık. Örneğin bugün eşit vatandaşlık ve özgürlükçü siyasetten bahseden bir partinin 6 ok felsefesine sahip çıkması ciddi bir gerçekçilik sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bahse konu gerçekçi siyaset tasavvurunu var edecek diğer koşul ise "bol keseden vaatler" yerine karşılığı olan "uygulanabilir projeler" ortaya koymaktır.
Evet, AK Parti'nin inşasına büyük katkı verdiği normalleşme ortamı, siyaset dışı çözümleri geçersiz kılmıştır. Ne var ki, bütün rasyonelliğine rağmen siyasette duygulardan ve alışkanlıklardan kurtulmak hiç de kolay değil. Bunu görmek için sayın Kılıçdaroğlu, Bahçeli ve Demirtaş'ın konuşma metinlerine bakmak yeterli.
[Sabah, 23 Nisan 2015]