1990'lardan itibaren Türkiye siyasal hayatında, hukukçuların çokça tartıştıkları konulardan birisi, "siyasetin yargısallaşması" bağlamında siyasal alanın yargı tarafından belirleniyor oluşuydu. Bu iddianın temeli ise, başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere yargının siyasal partilerin faaliyet alanlarına müdahale etmesi ve çoğu zaman "rejimin" "makbul" olarak görmediği parti ve siyasetçileri siyasetten men etmesiydi. Bu dönemde yargı, daha çok bürokratik mekanizmaları kullanarak, kurumlar arasında kurulan özel ağlar, üretilen özel bilgi, pratik ve araçlarla bir çeşit "özel yargılama mekanizması" üretiyordu. Medya ve diğer iletişim araçları kullanılarak, özel bir algı çalışması ve toplumsal mühendislikle ilgili konu siyasal katmanlarda öncelikle gündemin ön sırasına yerleştirilir, ardından da kriz derinleştirilirdi. Dolayısıyla, önce yargının kullanabileceği gerekçeler için malzeme üretilir, ardından da yargıçların vermiş olduğu kararların arkasından aynı gerekçeler tekrar dolaşıma sokularak kararın meşruiyeti sağlanmaya çalışılırdı.
17 Aralık sürecinin ardından yaşanan "yargı krizi"ne bakıldığında, her ne kadar mahiyeti farklı olsa da, hukukçular arasındaki tartışmalardan anlaşılan, öğrenilmiş bir devamlılık olarak, yargının bir bölümünün benzer süreçleri konjonktürel kırılganlıklarda devreye sokma hevesidir. Yargılamanın mahkeme salonlarından önce medya üzerinden yürütülmesi ve "medya yargıçları" tarafından kararların açıklanması bu devamlılığın işareti olarak görülebilir. Ayrıca yargı ve güvenlik bürokrasisinin işleyişinde var olduğu çokça dile getirilen enformel ilişkiler ağı ve mekanizmaları da bu durumu kuvvetlendirmektedir.
Böyle bir hukuk mekanizması, kendi meşruiyetini kendi ağı içinde oluşturarak, sistemi kendi dünya görüşü ve menfaatleri çerçevesinde şekillendiren bir yapıyı ortaya çıkarmaktadır. 1990'larda sözde rejimin güvenliği gerekçesiyle siyasete müdahale etme temayülünde bulunan yargı bürokrasisi bugün de referansları "oldukça belirsiz" ya da muğlak başka bir oluşumun bekası için siyaseti abluka altına almaya çalışıyor. Bu yapı, kurumsal mekanizmaların denetiminden vareste kılınarak, kendisini siyasetin üzerinde konumlandırmakta ve yeni bir vesayet sistemini devreye sokmaya çalışmaktadır. Böylece hükümetlerin siyaset üretme yeteneklerini budayarak, siyasal alanı daraltmakta ve şekillendirmektedir.
SİYASETİN MİSYONU VE CHP'NİN TUTUMU
Siyasal alanın daraltılması ve yargı vesayetinin engellenmesinde ilk görev siyaset kurumuna düşmektedir. Siyaset kurumu, demokrasinin işletildiği siyasal alanın vesayet mekanizmalarından arındırılması için yasal ve kurumsal düzenlemeleri yapmak zorundadır. 17 Aralık krizinin ardından AK Parti hükümeti, HSYK yapısında değişiklik öngören yasa teklifini bu bağlamda hazırladığını belirtmektedir. Yine Özel Yetkili Mahkemeler ve Terörle Mücadele Kanunu'nun kaldırılmasına yönelik hazırlıklar da yargı içinde oluşan ya da oluşabilecek otonom yapıları önlemeye dönüktür.
Siyasal alanın işletilmesinde ve vesayetten arındırılmasında, siyasal iktidar kadar muhalefet partileri de sorumludur. Son yıllarda yargı içindeki "otonom yapılar"dan en çok şikâyet eden parti CHP'dir. Geçmişte Ergenekon ve Balyoz davaları ile ilgili Kemal Kılıçdaroğlu'nun söylemlerine bakıldığında, söz konusu dava ve yargıçlarla ilgili, "Silivri toplama kampında... milli iradeye saygı duyan yargıçlar yok. Milli iradeye karşı olan yargıçlar var","bu mahkemeler adalet dağıtmaz", "demokrasiyi katleden savcılar", "gün gelecek bu savcılardan hesap soracağız", "onlar mahkeme değil", "mahkemelerin kararlarını gayri meşru görüyorum", ve "hukuk cinayeti" gibi değerlendirmelerde bulunduğunu hatırlamakta fayda var.
Ancak, 17 Aralık kriziyle birlikte, tutuklama işlemlerini yürüten savcıların çoğu aynı kişiler olmasına rağmen, CHP, daha önceki söylemlerini bir tarafa bırakarak siyaseten tutarsız bir politika izlemekte ve krizin derinleşmesinden medet ummaktadır. Oysa CHP, 17 Aralık krizini bir fırsata dönüştürebilirdi. Krizle birlikte AK Parti, HSYK'nın yapısının anayasal bir değişiklikle yeniden yapılandırılması için CHP'ye teklif götürdü. Bu sıkıntılı süreçte AK Parti, CHP ve diğer muhalefet partilerinin de içinde olduğu meşruiyeti yüksek bir düzenleme için muhalefetin önerilerini kabul etmeye en yakın olduğu dönemdeydi. Dolayısıyla bu süreçte CHP kendi önerilerini de kabul ettirebilirdi. Ancak, CHP bu fırsatı değerlendirmeyerek fırsatı kaçırmış oldu. Dolayısıyla da siyasal alandaki krizin devamından yana bir tercih belirledi. Oysa seçim atmosferine girdiğimiz bu günlerde Türkiye'de siyasal alanın normalleşememesi muhalefet partilerine de yarayan bir durum olmayacaktır.
[Sabah Perspektif, 1 Şubat 2014]