ABD’de Trump’ın başkan olmasıyla birlikte uluslararası politikanın daha da sertleştiği, özellikle küresel güçler arasındaki gerginliklerin arttığı görülüyor.
Trump’ın Kuzey Kore, İran, Kudüs konularındaki agresif politikaları, Küba ile Obama döneminde varılan uzlaşıyı ortadan kaldırması, Venezuela’ya baskıyı artırması, Avrupa ülkeleri ve Çin’i ekonomik açıdan sıkıştırması ve Rusya’ya karşı her geçen gün artırdığı yaptırımlar bu gerginliğin temel alanlarını oluşturuyor.
Amerikan başkanının dış politikada selefine göre daha sert bir çizgi takip etmesinin temelde iki nedeni var gibi görünüyor. Birincisi, daha seçimler öncesinde yaptığı vaatler Trump’ın başkan olması durumunda daha “rahatsız edici” bir dış politika izleyeceğini gösteriyordu. Yani “America first” sloganının gereğini yapıyor Trump.
İkincisi ise, seçimlerden sonra gerek Rusya’nın Amerikan seçimlerine müdahalesi, gerekse seks skandalları nedeniyle Amerikan yargısıyla yaşadığı sorunlar Trump’ı dış politikada daha agresif bir tavra zorluyor. Kuzey Kore gibi konularda yaşadığı gitgeller, Amerikan başkanının iç politikada yaşadığı zorluklara karşı manevralarının açık göstergesi gibi.
Ancak uluslararası politikanın sertleşmesini yalnızca Trump’ın ABD’de başkan olmasına bağlamak yanlış olur.
Aslında Çin’in hızlı yükselişi, dünyada tek süper güç konumunu korumak isteyen ABD’den bu ülkeye karşı daha sert tedbirler gelmesini zorunlu kılıyordu. Uluslararası ilişkilerin güç ve çıkar odaklı doğası Washington’un Pekin’in kendisinden daha büyük ya da kendisine eşit bir güç merkezi olmasına müsaade etmemesine işaret ediyor. Çin’in yükselişine karşı sert tedbirler alınmasını savunan aktörler Obama döneminde de vardı. Bunlar Trump’ın başkanlığıyla birlikte öne çıktılar ve gerek Kuzey Kore ve Güney Çin Denizi sorunlarında gerekse Çin’in ekonomik yayılmacılığı konusunda Pekin’i rahatsız edecek adımlar atılmasını sağladılar.
Trump ve ekibinin “ekonomik yayılmacılıkla” suçladığı tek ülke Çin değil kuşkusuz.
Başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkeleri ve AB’yi de saldırgan bir ticaret politikası izlemekle itham ediyorlar. Bu suçlamalar ve ardından gelen yaptırım tehditleri, Berlin ve diğer Avrupa başkentlerinde hem endişe hem de öfkeye yol açıyor. Soğuk Savaş döneminden beri “güvenilir bir ortak” olarak tanımladıkları Washington’a artık güvenemeyeceklerini söylüyorlar ve “kendi başlarının çaresine bakmaktan” bahsediyorlar.
Trump’ın, Obama tarafından imzalanan İran Nükleer ve Paris İklim anlaşmalarını çöpe atması, BM kararları ve uluslararası hukukun kurallarını açıkça ihlal eden bir politika izlemesi Avrupalı “müttefiklerinin” ABD’ye karşı tek endişesini oluşturmuyor. Avrupa ülkeleri, ABD’nin Rusya ve İran karşısında artırdığı yaptırımların kendi ekonomilerine ciddi zararlar vereceği korkusuna sahipler.
Küresel aktörler, bu şekilde kendi aralarında sert bir mücadele içerisindeyken bir taraftan da bölgesel güçleri gözetim altında tutup onların da kendileri için tehdit oluşturacak şekilde küresel güç konumuna yükselmesini engellemeye çalışıyorlar.
Brezilya, Meksika, Türkiye, İran, Pakistan ve Endonezya gibi ülkelerin yaşadığı sorunları bu çerçevede değerlendirmek yerinde olacaktır.
Bu noktada, hâlâ uluslararası sistemi en fazla etkileme kapasitesine sahip olan Batı’nın bölgesel güçlere bakışının, onların kimliklerine göre değişkenlik gösterdiğinin altını çizmek gerekir. Yani ABD ve Avrupa ülkeleri, Türkiye, İran ve Pakistan’a Kanada ve Avustralya’ya baktıkları gibi bakmıyorlar. Hatta Brezilya ve Meksika’yı da Batı kültürünün parçası olarak gördükleri Kanada ve Avustralya gibi değerlendirmiyorlar.
Kanada ve Avustralya gibi Batı’nın parçası olan bölgesel güçlerin yükselmesi ve küresel güce evrilmesi kabul edilebilecek bir gelişme olarak görülürken, Brezilya ve Meksika gibi, Hıristiyan dünyanın parçası olsa da Batı’nın parçası olmayan ülkelerin küresel güce yükselmeleri engellenmesi gereken bir durum olarak düşünülüyor.
Türkiye, İran, Pakistan ve Endonezya gibi İslam ülkelerinin bölgesel güçten küresel güce yükselmesinin ise bu küresel güçler tarafından tahammül edilemez ve mutlaka engellenmesi gereken bir ihtimal olarak görüldüğüne kuşku yok.
Türkiye gibi, küresel güç olma hedefine sahip bölgesel güçlerin yaşadığı sorunlara bir de bu gözle bakmakta fayda var.
[Türkiye, 26 Mayıs 2018].