Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde son bir aya girmek üzereyiz. Adaylar netleşti, kampanyaların öncelikleri belirlendi. Sonuçlar üzerinde etkili olabilecek başlıklar üzerinde değerlendirmeler yapılıyor: yurtdışındaki seçmenin hangi adaya oy vereceği, Meclis dışında kalan partilerin hangi adayı destekleyeceği, HDP’nin Kürt seçmenlerinin oy tercihinin sonuç üzerindeki belirleyiciliği üzerine birçok senaryo yazılıyor.
Bu senaryoların, değerlendirmelerin yanı sıra Türkiye siyasetini yakından izleyen hemen hemen herkeste kesine yakın bir kanaat de mevcut: Türkiye’nin 12. Cumhurbaşkanı Erdoğan olacak. Tartışma, Erdoğan’ın ilk turda seçimi kazanıp kazanmayacağı ve kazanırsa ne kadar oy alacağı etrafında şekilleniyor.
Aslında bu, Cumhurbaşkanlığı seçimlerine özgü yeni bir durum da değil. 22 Temmuz 2007 seçimlerinden beri, sonuçları önceden tahmin edilebilen, siyasi partilerin iktidar ve muhalefet konumlarını değiştirmeyen seçimler gerçekleştiriyoruz. En son, 30 Mart seçimlerinde de aynı şey oldu.
Bu durumda şu soruyu sorabiliriz:
Sonucu hakkında kesine yakın bir kanaate sahip olduğumuz seçimler neden gündemimizi bu kadar çok meşgul ediyor?
Kanaatimce, bunun temel sebebi, seçimlerin sayısal sonuçların yanı sıra siyasal bir çok sonuç üretme potansiyeline de sahip olmasıdır. Seçimler, sadece kazananı ve kaybedeni belirlemiyor; siyasal zemini ve siyasi aktörleri dönüştürüyor, siyasete yeni gündemler, öncelikler, hedefler kazandırıyor. Sonucunu önceden bilebildiğimiz seçimlere duyduğumuz ilginin arkasında, seçimlerin bu dönüştürücü, kurucu gücü yer alıyor.
Önce seçimlerin değişmeyen, neredeyse statikleşmiş sayısal kısmına bakalım.
2007’den beri, siyasal faaliyetin temel motivasyonunu, vesayetle mücadele, yüzyıllık iktidar denklemini değiştirerek siyasal merkezi yeniden formatlama, toplumsal eğilimleri siyasete, siyaseti devlete hakim kılma çabası oluşturuyor. Siyasi harita, siyasal sistemin demokratikleştirilmesi arayışına destek verenlerle karşı çıkanlar üzerinden şekilleniyor. AK Parti ve HDP farklı önceliklerle de olsa değişim-demokrasi cephesinde yer alırken, CHP ve MHP statüko-vesayet cephesinde yer alıyor.
Toplum da siyasete yön veren bu dinamik üzerinden öbekleşerek dört siyasi cemaate dönüşmüş durumda. Toplumun siyasileşmesi bir yandan seçimlere katılım oranını arttırırken, bir yandan da seçmenlerin parti sadakatini güçlendirerek oy geçişkenliğini minimuma düşürüyor.
Bu tablo, seçim aritmetiği açısından statik bir sonuç doğuruyor. Nitekim niteliğinden bağımsız olarak (genel, yerel, referandum) 2007’den beri gerçekleşen bütün seçimlerde (2009, 2010, 2011, 2014) statüko-değişim veya vesayet-demokrasi hattının oy denkleminde de, siyasi partilerin oy oranlarında da ciddiye alınabilecek aritmetik bir farklılık yaşanmıyor.
Bu tablonun yanı sıra, seçimlerin dönüştürücü, kurucu siyasal sonuçlar üretme potansiyeli ise gün geçtikçe güçleniyor. Seçimler, iktidar-muhalefet denklemi üzerinde neredeyse kalıcı hiçbir sonuç üretmezken, toplumsal ve siyasal zemin üzerinde muazzam sonuçlar, etkiler oluşturuyor.
Nitekim 2007’den beri gerçekleşen bütün seçimlerde, siyasi partilerin aldıkları seçim sonuçlarında radikal değişimler yaşanmazken, siyasi partiler ve siyasal alan radikal değişikliklere uğradı. Her seçim siyaset zeminini yeniden belirledi, siyasi ittifak haritasını yeniden çizdi.
Dolayısıyla, seçimler sadece hangi aktörün galip geleceğini belirlemiyor; seçim sürecinde izlenen stratejileri test ediyor, partilerin ve seçmenlerinin bu stratejiler üzerinden yaşadıkları dönüşümleri gözlememize imkan sağlıyor, siyasi gündemi ve siyaset alanını yeniden tarif ediyor. Her seçim, siyasi aktörleri, aktörlerin siyasal önceliklerini ve toplum nezdindeki karşılıklarını yeniden biçimlendiriyor.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri için de aynı durum geçerli. Sayısal sonuç itibariyle sürprizi olmayan bir seçim sürecindeyiz. Erdoğan’ın kuvvetle muhtemel birinci turda, değilse ikinci turda seçimi kazanacağı kanaati yaygın.
Ancak Cumhurbaşkanlığı seçimleri, asıl olarak, siyasal sonuçları üzerinden Türkiye’yi dönüştürecek. Cumhurbaşkanlığı seçimleri, aynı anda harekete geçireceği pek çok dinamikle kapsamlı bir değişim-dönüşüm süreci başlatacak. Siyaset hem aktörler hem de söylem ve program düzeyinde toptan yenilecek, siyasal sistem köklü değişikliklere uğrayacak.