CHP 30 Eylül’de “Önce Türkiye,” MHP 3 Ekim’de “Sen, Bilirsin Türkiye,” HDP 3 Ekim’de “İnadına Barış, İnadına HDP” ve en nihayet AK Parti 4 Ekim’de “Huzur ve İstikrarla Türkiye’nin Yol Haritası” sloganlarıyla seçim beyannamelerini açıkladılar. Lakin beyannamelerin kamuoyunda beklenen heyecanı yarattığını söylemek güç. Kullanılan sloganlar geleceğe dair bir hikaye sunmaktan uzaklar. Daha da ötesi, 7 Haziran sonrası yapılan hataların günahını çıkarmaya soyunur nitelikteler. Bu, özellikle 7 Haziran sonrası sürecin en büyük hayal kırıklığını yaratan iki aktörü, MHP ve HDP için geçerli. MHP ve HDP’nin sloganlarında 7 Haziran sonrasında yapılan talihsiz siyasi hamlelerinin tetiklediği endişeyi hissetmek mümkün. MHP topluma sanki “biz bilmiyoruz ama siz kesin biliyorsunuzdur,” HDP ise “biraz daha inatlaşırsak, sanki olacak gibi” itirafında bulunuyor. Böylece, MHP, Türkiye’yi taşıyacak bir siyasi vizyona ve liderliğe sahip olmadığını, HDP ise en başından itibaren inatlaşmanın hedefinde barış değil, ayrılıkçılık için güç depolama olduğunu ilan ediyor.
CHP ise bir süredir merkeze yönelme, kuşatıcı olma ve olumlu imaj sergileme siyasetini sloganıyla ortaya koyuyor. Zor bir süreçten geçen ülkeyi sahiplenmek bir siyasi parti için olumlu bir tavır ancak bunun ortaya konacak bütünlüklü ve toplumsal karşılığı olan bir projeyle somutlaştırılması gerekir. CHP’nin beyannamesinde böyle bir proje göremediğimiz gibi, özellikle eğitim ve dış politika gibi alanlarda hala “eski Türkiye”ye has arkaik vaatler yer alıyor. Dolayısıyla, hem toplumun değerleriyle ve yerlilikle sorun yaşayan hem de 21. yüzyılın evrensel değerleriyle sahici bir ilişki kurmakta zorluk çeken bir siyasi partinin, günümüz demokratik şartlarında merkezde kendisine yer edinebilmesinin ne kadar mümkün olduğu büyük bir soru işareti. Ekonomik vaatlere dayalı popülizmin ve AK Parti karşıtlığından öteye geçemeyen negatif siyasetin CHP’yi merkeze taşımasını beklemek biraz hayalcilik olur. CHP’nin son dönemde yakaladığı rüzgarı haddini bilerek daha ihtiyatlı kullanması, MHP ve HDP’ye oy kaymalarını engelleyen bir siyaset izlemesi daha akıllıca olurdu. Özellikle de istim üzerindeki parti yönetimi için.
AK Parti açısından da manzara pek farklı değil. Barış ve istikrar vurgusunun ve canlılığını koruyan değişim ve reform arzusunun toplumda bir karşılığı olduğu kesin, ancak bunun çok daha etkili bir şekilde ifade edilmesi gerekir. Mesela, yol haritası sunmak yerine varılacak hedefin adı daha net bir şekilde konulabilirdi. Siyasi iletişimin tüm meselesi hakikati bir slogana indirerek topluma sunmak değil mi? Maalesef, değişimin taşıyıcı aktörü olma konusunda son dönemde yaşanan tökezlemenin yarattığı heyecansızlık sloganın yavanlığında kendisini hissettiriyor. AK Parti de diğer partiler gibi toplumu yakalayacak ve sürükleyecek bir ifade düzeyi ve slogan yakalayamamış gibi duruyor. Bir “durmak yok, yola devam” gibi akılda kalıcı bir sloganla karşı karşıya değiliz ne yazık ki.
SİYASET İÇİN 'KIŞ YAKLAŞIYOR'
Görünürdeki bu meselelerin ötesine geçtiğimizde ise daha yapısal bir sorunla karşılaşmaktayız. Parti liderlerinin beyannamelerini sundukları toplantılarda hızlıca vaatler kısmına geçtiklerine, seçime asıl rengini verecek olan ekonomik vaatlerin ayrı ayrı sıralandığına şahit olduk. Gerçekten de beyannamelerde en fazla göze çarpan nokta, toplumun dezavantajlı kesimlerine yönelik ekonomik yardım ve vaatlerin ön plana çıkması ve partiler arasındaki siyasi-ideolojik farklılıkların ilk defa bu denli ikinci plana atılmış olması. 7 Haziran seçimleriyle birlikte hız kazanan bu trend, AK Parti’nin de diğer partilere ayak uydurmasıyla, 1 Kasım seçimlerine gidilen süreçte siyaseti belirleme açısından zirve noktasına ulaşmış durumda.
Seçim propagandalarının ortaya koyduğu bu durağan ve popülist perspektif üzerinden bir Türkiye okuması yapılsa, ülkenin artık sınıfsal ve kimlik odaklı yapısal sorunlarının tarihe gömüldüğü ve moda tabirle “normalleşmiş” bir ülke haline geldiği söylenebilir. Öyle ki ancak bir İskandinav ülkesinde rastlanabilecek heyecansız bir siyaset ve seçim atmosferi görünürde ülkeyi kuşatmış durumda: Bir geçiş toplumuna hiç de yakışmayan bir şekilde, yeni siyasi pozisyonlar üretmeye odaklı “dikey” bir iktidar mücadelesinden ziyade, sanki büyük bir toplumsal uzlaşı sonrasında mevcut siyasi pozisyonları hangi aktörlerin dolduracağı etrafında şekillenen “yatay” bir iktidar mücadelesi veriliyor havası var. Bu, siyaseti bir dava ve anlam arayışı mecrası olmaktan çıkarıp kuru bir teknik meseleye, ekonomik bir yeniden dağıtım mekanizmasına dönüştürme tehlikesi teşkil ediyor. Ayrıca, ne yazık ki, yeniden dağıtımda adaletsizlik gibi yapısal toplumsal sorunların palyatif çözümlerle giderileceğine yönelik bir inancın yerleşmesine de göz kırpıyor.
Bunda 7 Haziran seçimlerinde elde edilen kısmi başarının muhalefetin gazını almış olmasının ve AK Parti’nin de istenen seçim sonuçlarını elde edememesi neticesinde frene basmasının etkisi göz ardı edilemez. Seçim sonrası süreçte partilerin topluma karşı sorumluluğunu tam olarak yerine getirememiş olmalarının mahcubiyetini ve seçim yorgunluğunu da buraya ekleyebiliriz. Elbette bir homo politicus açısından siyasi-toplumsal gerçekliğe uymayan bu tabloyu her geçen gün biraz daha orta sınıflaşan toplumun içten içe arzuladığına şüphe yok. Toplumsal ayrışma ve gerilimlerin büyük bir uzlaşıyla sonlanarak “hayatın tadının çıkarıldığı” zamanların gelmesini kim istemez ki? Bu tablo tam da homo economicus birey prototipi üzerine kurulu nihilist çağdaş medeniyetimizin kızıl elması değil mi? Ancak hepimizin de çok iyi bildiği gibi, Türkiye siyasetinin Dorian Gray tadındaki bu sözde şirin yüzünün arkasında çirkin bir tablo varlığını tüm canlılığıyla korumakta. Son dönemde artan PKK terörü ve siyaset dışı aktörlerin bıkmadan karanlık gölgelerini siyaset kurumu üzerinde dolaştırmaya devam etmeleri başlı başına bu çirkinliği ifade etmek için kafi gelir.
"YENİ TÜRKİYE"NİN SEÇİMİ
Gerçekten de, bir yanda siyaset dışı aktörlerin mütemadiyen fiziksel ve sembolik şiddet uygulayarak siyaseti işlevsiz hale getirmeye çalışması, diğer yanda ise siyasi aktörlerin kendilerini kısa vadeli popülist vaatlerle şekillenmiş apolitik bir siyasete kaptırmış olması tehlikesiyle karşı karşıyayız. Siyaset kurumu hem içerden hem de dışarıdan bir çifte-kuşatma altında desek abartmış olmayız. Dolayısıyla, 1 Kasım seçimleri siyaset kurumunun kaderinin belirleneceği bir dönüm noktası olması açısından kritik bir önem arz ediyor.
Peki bu noktaya nasıl geldik? Öncelikle bunun bir adını koyalım. 1 Kasım seçimleri Yeni Türkiye’nin üçüncü dönüm noktasını oluşturuyor. Gerçekten de, Yeni Türkiye AK Parti’nin ortaya attığı bir siyasi proje ve ülkeye hakim post-Kemalist bir siyasi durum olduğu kadar, bu iki olguyu kapsayan sosyo-politik bir dönüşüm sürecini de ifade ediyor. Kısaca genel hatlarını çizecek olursak, 2002-2011 toplumun Kemalist geçmişle yüzleştiği ve siyasetin vesayet ile demokratik blok arasındaki mücadele tarafından belirlendiği bir dönem oldu. Bürokratik vesayetin geriletilmesinin ardından, 2011-2015 yılları arasında AK Parti’nin iktidar inşasına ve bunu durdurmak isteyen anti-AK Parti bloğun oluşumuna şahitlik ettik. Bu dönemde, daha önceki dönemde AK Parti ile hareket eden liberaller, Cemaat ve (kısmen de olsa) Kürt siyasi hareketi, eski Türkiye’nin siyasi aktörlerinin -CHP ve MHP- başını çektiği karşı bloğa geçtiler. Bu süreçte Gezi, 17-25 Aralık ve Kobane gibi siyasete müdahale ve kalkışma girişimleri gerçekleştirildi. Siyaset kurumu içerisinde ise 10 Ağustos cumhurbaşkanlığı seçimi ve 7 Haziran seçimlerinde AK Parti ile AK Parti-karşıtı bloğun kurduğu ittifak arasında bir mücadele yaşandı. Bu tarihi bloğu bir araya getiren hep bir ağızdan dillendirilen “seni başkan yaptırmayacağız” sloganıydı.
Sonuçta, 7 Haziran seçimleriyle birlikte AK Parti tek başına iktidar olma fırsatını kaybetti. Böylece, 7 Haziran Yeni Türkiye’de yeni bir dönemi başlatmış oldu. Ancak bu süreçte, AK Parti karşıtı blok pozitif bir siyaset etrafında bir siyasi proje geliştirme becerisi gösteremediğinden, AK Parti’yi dışarıda bırakan bir koalisyon kurulması gerçekleşmedi. Bu durum, AK Parti karşıtı bloğun sınırlarını ve iç çelişkilerini göstermesi açısından kritik bir öneme sahipti. Dolayısıyla, muhalefet 7 Haziran’da elde edilen başarının meyvelerini toplayamadı. AK Parti geçici bir süreliğine de olsa iktidar da kalmış oldu.
1 Kasım seçim sürecine girdiğimiz bu günlerde muhalefet partileri, bir taraftan 7 Haziran’ın sunduğu fırsatı değerlendirememenin faturasını müttefiklerinin üzerine yıkmaya çalışırken, öte taraftan da 7 Haziran’da kendilerine belli bir başarı sağlayan kısa vadeli popülist siyaseti devam ettirme gayreti içerisindeler. Muhalefet partileri açısından belki de en olumsuz durum, 7 Haziran seçimlerine rüzgarı arkasına alarak girmiş iken, 1 Kasım seçimlerine bu fırsattan mahrum bir şekilde girecek olmaları. 7 Haziran seçimlerinden çıkan sonuç sadece popülist vaatlerden değil, aynı zamanda muhalefetin AK Parti karşısında demokratik söylemi arkasına almış olmasından da kaynaklanmaktaydı. Şimdi muhalefet bu söylemsel üstünlükten, yani siyasi hamle fırsatından mahrum durumda. AK Parti yanlış bir adım atmadığı sürece de bu durum değişmeyecek gibi gözüküyor. Ayrıca, 7 Haziran sonrasında terörle mücadele sürecinin hükümet tarafından başarıyla yürütülmesi de muhalefete bir hamle şansı tanımamış oldu. Yine de muhalefetin bir hamle fırsatı yakalama çabaları sona ermiş değil. Hükümetin Çözüm Süreci’ndeki “kusurları”nın ısıtılması ve gündeme taşınması bu çerçevede değerlendirilebilir.
SİYASET Mİ, POPÜLİZM Mİ?
Gerçekten de, muhalefetin 7 Haziran sonrasında koalisyon kurmadaki başarısızlığı AK Parti’ye bir siyasi hamle fırsatı sunmuş durumda. Seçim sonuçlarını ülkede güç boşluğu doğdu şeklinde değerlendirerek yeniden silaha ve şiddete sarılan HDP-PKK’nın başkaldırısı ve koalisyon kurma sürecinde muhalefet tarafından AK Parti dışında bir hükümet alternatifinin yaratılamamış olması, AK Parti’nin hem siyasi hem de ekonomik istikrar vurgusunu ikna edici bir şekilde yapabilmesinin önünü açmış oldu. Bu siyasi hamleye ek olarak AK Parti, muhalefetin elinden popülizm silahını almak ya da en azından etkisini azaltmak için ikinci bir koldan hareket etme yoluna gitti. Kendi tarihçesi içerisinde ilk defa bu denli somut ekonomik vaatlerle bir seçime girme yolunu seçmiş oldu. Bu popülist eğilim siyasetin mücadeleci doğası açısından doğru bir hamle olarak değerlendirilebilir, ancak dozajının ve kapsamının iyi ayarlanması gerekiyor. Popülizm bir partiye seçim kazandırabilir ancak iktidarda tutamaz. Aynı zamanda, toplumun popülizme alışması uzun vadede siyasetin yozlaşmasına sebep olacaktır; reformist siyaseti önceleyen aktörler hem siyaset kurumu içerisinde etkisini yitirecek hem de toplumda gereken karşılığı yeterince göremeyecektir. Bunun doğal sonucu, siyaset kurumunun anlamsızlaşması, meşruiyetini yitirmesi ve siyaset dışı vesayet güçlerinin yeniden ülkede iktidarı ele geçirmesi olacaktır.
Gerçekten de, AK Parti’yi bu zamana kadar ayrıcalıklı kılan pozitif bir siyaset ortaya koyabilmesi, reformist bir çizgi tutturarak topluma bir ufuk çizebilmesi ve ucuz popülizmle arasına mesafe koyabilmesiydi. AK Parti’nin bu özelliğini yitirmemesi ve diğer partileri de kendi oyununu oynamaya, yani onları popülizmden uzaklaşmaya zorlaması gerekir. Türkiye siyaseti için en büyük tehlike muhalefetin başlattığı popülizmin reformist siyasete galip gelmesidir. 1 Kasım seçimlerinin sonuçlarını da kapsayacak şekilde, uzun vadede ülkedeki iktidar mücadelesi siyasi mücadelenin reformist siyasetin mi, yoksa popülizmin mi kurallarına göre oynanacağı tarafından belirlenecektir. Sonuç olarak, 1 Kasım seçimleri Yeni Türkiye’de tekrardan 7 Haziran öncesi dönem şartlarına döneceğimizin ya da 7 Haziran’ın ortaya çıkardığı yeni güç dağılımının kurumsallaşmasının ve siyasetin kurallarının yeniden çizilmesiyle yeni bir döneme geçeceğimizin kararının verileceği çok kritik bir seçim olacak.
[Star Açık Görüş, 10 Ekim 2015]